Vatandaşın Osmanlı Tarihi : Ayıptır ! Osmanlıyı, Luther ve Voltaire’den mi Öğrenecektik (8)

Güneş Ülke’yi yeryüzünde bulmak mümkün mü? Fikir hürriyetine, vicdan hürriyetine, lisan hürriyetine ilişmeyen Osmanlı Türkleri’nin mevcudiyeti, hiç olmazsa yarın, böyle bir ülkenin var olacağını bana zannettiriyor…

Türkleri, Tanrı tarafından, Hıristiyanlığı terbiye, cezalandırma ve ıslah için gönderilmiş millet” olarak selamlayan Protestan Mezhebi’nin kurucusu Martin Luther’in, Osmanlı’nın Avrupa içlerine kadar ilerleyip ortaya koyduğu âdilâne sistemle yerli halkın gönlünde taht kurması üzerine, halkı acımasızca sömüren yöneticileri uyarmak amacıyla beyan ettiği şu sözler, Osmanlı’nın insanlık mertebesindeki büyüklüğünü göstermesi açısından çok ilginçtir:

“Sizin gibi gözü doymaz prenslerin, toprak ağalarının ve burjuvaların idaresi altında yaşamaktansa, Osmanlıların idaresi fakirlere daha hayırlıdır.” (1)

..

Ünlü Fransız düşünür Voltaire, Osmanlı’nın aleyhindeki art niyet ürünü tarihî iftira ve çarpıtmalara cevap verdikten sonra gerçeği şu şekilde itiraf etmiştir:

“… Ulusların mal ve canlarıyla topyekün pâdişâhın kölesi sayıldığı iddia ediliyor. Böyle bir idare kendiliğinden çökerdi.

Türkler, hür ve bağımsızdırlar. Aralarında hiçbir sınıf farkı yoktur. Sultanlar müstebit değildir. Bütün tarihçilerimiz, Türk imparatorluğunu istibdada dayanan bir devlet olarak göstermekle bizi çok aldatmışlardır.

Türk Devleti demokrasidir. Sultanlar devlet işlerinde keyiflerine göre hareket edemezler. Vergileri artıramazlar ve hazinenin parasına dokunamazlar…

Hiçbir Hıristiyan Devleti, kendi topraklarında Türklerin bir camisi bulunmasına müsaade etmez. Oysa, Türkler bütün Rumların kiliseleri olmasını hoş görürler.” (2)

Osmanlı’nın emperyalist olduğu ve bünyesindeki unsurları asimile ettiği iddiasını; ancak Batılıların suçluluk psikozu ve savunma mekanizmasıyla hareket ederek, kendi katliâmlarını ve sömürgeci heves ve kabiliyetlerini kamufle edip unutturduktan sonra; “hem suçlu, hem güçlü” taktiğiyle baskın gelmek şeklindeki bir İzahla açıklamak mümkündür.

Bu hususta, sonradan İslâmiyet’e ihtidâ eden Fransız filozof Roger Goraudy’nin aşağıdaki tespitleri, ne kadar da isabet arz etmektedir:

-“Batı. Katliâm yapma istidadına sahiptir. Size neleri hatırlatayım ki?

-Amerikan Kızılderililerin imha edilmesini mi?

-Esir ticaretini mi? Hiroşima’yı mı?

-Auschvvitz’i mi? Hıristiyan Batı Uygarlığı budur…

Biliyor musunuz ki,

-Dünyadaki zenginliklerin yüzde 80’i nüfusun yüzde 20’si tarafından kontrol edilmekte ve tüketilmektedir?

Yılda 40 milyon kişi ölmektedir ki, bu da gün başına bir Hiroşima demektir.

Önce ateşi alevlendiriyorlar, sonra da itfaiyecilik oyunu oynuyorlar…

Hâlâ Haçlı Seferleri devrini yaşamaktayız…”(3)

E. Alexander Powell da, Osmanlı’nın, asırlar boyunca himâyesinde tuttuğu gayrimüslim tebaaya, hiçbir zaman haçlı taassubuna benzer bir tutumla yaklaşmadığını, tarihî misâller eşliğinde şöyle mukayese etmektedir:

-‘Türkler, diğer dindaşları Araplar gibi, Fıtraten fanatik değildirler. Aslında Osmanlı İmparatorluğu tarihinde, dinî nefretten kaynaklanan katliâm ve dinî taassup, Avrupa devletlerinin 13. Asırdan 16 asra kadarki tarihlerine kıyasen çok daha azdır.

Haçlılar Filistin’de Müslüman esirleri keserken, İspanya’da Engizisyon’un dehşeti had safhada iken,

-Kromvel’in (İngiliz) askerleri İrlandalı Katolikleri katlederken,

-Fransa’nın emri ile Fransa’da Protestanların kökü kazınır bütün Avrupa ülkelerinde Museviler hesapsız zulüm ve vahşete tabî tutulurken,

Küçük Asya’da Müslüman. Hıristiyan ve Musevîlerin yan yana, tam bir dostluk içinde yaşadıklarını hatırlamak yerinde olur. (4)

Bu hususta Oskar Koliing’in görüşleri de kayda değerdir:

-“16. Asır Türk idarecilerinin, zavallı halkın hukukunu korumak huşusundaki gayretleri önünde eğilmek arzusunu duyarız… Türk yöneticileri, en buhranlı zamanlarında bile, Düşmanlarına veya dostlarına karşı olan taahhütlerini bozmak hatasına asla düşmek istememişlerdir. Avrupa’da sulh zamanında bile Engizisyon mahkemeleri ve idam sehpaları faaliyette bulunuyordu…

Kısacası Türk hükümdarları, gerçekten halkın hayatıyla ilgilenmişlerdir.” (4-a)

1922 yılında Saraybosna’yı ziyaret eden zamanın İçişleri Bakanı Boja Maksimoviç ve Maliye Bakanı Kosta Kumanudi’ye, Kilisenin başrahibi tarafından söylenen şu sözler. Balkanlarda Osmanlı yönetiminin yakaladığı başarının sırrını şerh etmektedir:

-“Bugün eski Osmanlı zamanından çok daha kötü durumdayız! Osmanlılar zamanında kilisenin geniş arazisinden vergi alınmamaktaydı. Ormanlarımızı da serbest bırakmışlardı. Hiçbir resim veya tekalif (vergi) tahakkuk ettirilmemişti. Halbuki şimdi hükümet, kiliseden vergi alıyor, üstelik ormanlarımızı müsadere ediyor.” (5)

Diğer yandan Papandreu, başbakanlığı zamanında, kiliselerin mallarına el koyunca, Yunanistan’daki papazlar. Osmanlı’dan kalma tapularını ellerine alarak yürümüşler ve “Bize bunu Müslüman olan Osmanlılar bile yapmamıştı ve haklarımıza hep saygılı kalmıştı; sen ne yapmak istiyorsun?!” demişlerdir. “ (6)

Ayrıca, 1997 yılı Ocak ayında. Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin başkenti Belgrad’da. 52. Gününe giren muhalefet protestolarında açılan pankartlar arasındaki;

– ‘Türk Yönetimine Özlem” ve “Neredesin Ey Türk (Osmanlı) Yönetimi Altındaki Günler” şeklindeki Osmanlı’yı övücü yazılar protestocuların ilgi odağı olmuş ve hüsnü kabul görmüştür.

Muhalefet liderlerinden, Sırp Yenilenme Hareketi Başkanı Vuk Draskoviç, Sırpların Osmanlı yönetiminde bile şimdikinden çok daha iyi hayat sürdüğünü; Türklerin çok adaletli olduğunu defalarca tekrarlamıştır. Bosna Savaşı sırasında, trajedinin barışçı yaklaşımla sona erdirilmesi için gayret göstermiş olan Vuk Draskoviç konuşmalarında,

Miloşeviç rejiminin ‘Türk adaletinden ders alması gerektiğini” belirtmiştir. (7)

Romenler de, mevcudiyetlerini Osmanlı barış ve hoşgörüsüne borçlu olduklarını, takdir ve şükran dolu hislerle, Adliye Nazırı Monsier Dissescu’nun ağzıyla şöyle dile getirmişlerdir:

“Kim ne derse desin, biz Romenler, Bugünkü mevcudiyetimizi Türklerin âlicenaplığına borçluyuz. İdareleri altına aldıkları milletlere karşı hakiki bir şefkat, mürüvvet ve müsamahakârlık ile muamele etmemiş olsaydılar; onların yerine herhangi bir komşu milletin tahakkümü altına girmiş bulunsaydık; şu anda yeryüzünde tek bir Romen kalmazdı!”

Aynı gerçeği başka bir Romen milletvekili de dile getirmiştir: “Hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayacağız ki, bizi sağdan soldan tehdit eden Slav, Leh, Macar, Alman tehlikesine karşı birliğimizi, dilimizi, toplumumuzu korumuş ve hatta kuvvetlendirmiş olan, Türk ordularıdır.

Bugün müstakil bir Romen devleti varsa biz bunu belki de Türklerin buralara gelerek memleketimizi çok eski bir tarihte istila etmiş olmalarına borçluyuz.”

1989’da kızıl diktatör Çavuşesku dönemi Romanya Kültür Bakanı Andrei Rleşu’nun, manidar itirafı daha da çarpıcıdır:

-“Osmanlılar zamanında, dedelerimiz refah içinde yaşamışlar… Keşke Çavuşesku ve krallık devrini göreceğimize Osmanlı Devleti’nin hakimiyetinde kalsaydık!” (8)

16. yüzyılda, Osmanlı’nın gelişme yolu üzerinde direnen ve pek çok defa savaşa tutuşmuş olmasından ötürü Katolik Avrupa tarafından kendisine “Hıristiyan Şövalye” unvanı verilen Boğdan Beyi Büyük Stefan ise, ölüm döşeğinde evlatlarına gayet düşündürücü olan şu nasihati vermiştir:

“Belki de yakında himayeye muhtaç olacaksınız. Asla Rus’a yanaşmayın; haindir sizi yok eder! Fakat kendinizi Osmanlılara emânet edin; âdil ve merhametlidirler.” (9)

Fransızların ünlü filozofu Gustave Le Bon, Haçlı zulmünün doruğa ulaştığı Endülüs’te, Müslümanların başına gelen ve tarihin hiçbir döneminde görülmemiş olan; insanlık için yüz kızartıcı vahşet ve soykırım uygulamaları hakkında şu malumatı vermektedir:

“Muzaffer Hıristiyanların, mağlup Müslümanlara karşı icra ettikleri her çeşit zulüm ve kıtallerin hikayelerini titremeden okumak mümkün değildir. Onları, Zorla vaftiz ettirdiler. Kutsal Engizisyon mahkemelerine teslim ederek kabil olduğu kadar diri diri yakılmalarını sağladılar.

Bu işleri kestirmeden halletmek için Tuleytule baş rahibi Hıristiyanlığı kabul etmeyen bütün Arapların kılıçtan geçirilmelerini emretti. Dominiken tarikatı papazı daha da kestirme hareket etti. Kadın ve çocuk dahil ne kadar Müslüman varsa, kafalarının uçurulması emrini verdi… İspanya’nın yüksek tabakasını, aydınlarını ve sanayicilerini oluşturan üç milyon Arap öldürüldü veya yarımadadan atıldı.

Sekiz asırdan beri Avrupa’ya ışık üzerine ışık saçan parlak medeniyetleri ebediyen söndü.

Bu korkunç kıtaller yanında ‘Saint Barteleni Gecesi’ (Protestanların Katolikler tarafından katledildiği tarihî olay) basit bir arbede gibi kalır.

Şunu da itiraf etmek gerekir ki, en vahşî istilacılar arasında, bu derece korkunç katliâmlarda bulunan bir tanesi bile gösterilemez.” (10)

Öte taraftan, Hindistan’ın Amir şehrinde, bisikletle dolaşan bir İngiliz kızı ile alay ettikleri bahanesiyle sömürge askerleri, hâdise mahallindeki halktan 700 kişiyi hemen orada kurşunlayarak katletmişlerdi. Müstemleke Valisi, ceza olarak bütün şehir halkını, günlerce yerde süründürmeye mahkûm etmiş; sebebi sorulunca da, müstehzi bir edayla şu küstah cevabı vermişti:

“Onlar ilahelere tapıyorlar. Bir İngiliz kızı, Onların taptıklarından daha azizdir!” (11)

Felix Valyi ise, Hıristiyan Batı Âlemi’nde din baskısı ve mezhep çatışmasının hüküm ferma olduğu zorbalık ve barbarlık dönemlerinde, değişik din ve mezhebe mensup pek çok millet için, Yegâne sığınak ve iltica cenneti olarak Osmanlı ülkesinin tercih edildiği hakikatine işaret eden şu görüşleriyle tarihe kayıt düşmektedir: s.58-3

-“Ortaçağda. Hıristiyan İspanya ve İtalya’nın Musevî göçmenlerine Türk cennetini açan kâfir denilen Türk değil de kimdir?” (12)

diyen Ernest Jackh, Osmanlı’nın, din ve ırk ayrımı gözetmeksizin zorda kalmış bütün mağdur milletlere kol-kanat gerip kucak açmakla; büyük bir İnsanlık ve yardımseverlik şaheseri sergilediğini tarihen ve ilmen, Hakkı teslim vazifesi olarak itiraf etmekten sarf-ı nazar etmemiştir.

16. asırda yaşamış Portekizli Yahudi Samuel Usque ise. “İsrail Musibetlerinin Tesellisi” adlı kitabında, Avrupa’da Yahudilere olan Hıristiyan zulmü karşısında, Türklerin onlara açılan kapılarını;

-“Firavun tehlikesine karşı Kızıl Deniz’in bir mucize eseri olarak Yahudilere açılışına benzer bir kapı” olarak değerlendirmiştir. (13)

Türkiyeli Yahudi ilim adamlarından Avram Galanti de, J. Nehaman’ın “Selanik İsraillilerinin Tarihi” isimli eserinden iktibasla şu müthiş tespitleri nakletmektedir:

-“Avrupa’da Hıristiyan’ın Yahudi’ye karşı yaptığı muamele, tıpkı bir kartalın avına karşı yaptığı muameleye benzerken; Türkiye’de yaşayan Yahudi cemaatları, bağlarının ve asma çadırlarının gölgesi altında, sultanların mübarek topraklarında şen güneşte, bolluk içinde, rahatlıkla yaşayarak inkişaf ederler.”(14)

500. Yıl Vakfı’ndan Bensiyon Pinto’nun aynı mevzudaki mütalaası, yukarıdakilerden aşağı kalmayacak kadar çarpıcıdır:

-“Osmanlıların bize yaptıklan iyilik, beş yüz sene öncesine dayanıyor.

Çünkü Sultan Orhan Gazi, Bursa’yı fethedince, orada bulunan Museviler, Onun huzuruna çıkıp;

-“Siz adil bir hükümdarsınız, insanların inançlarına saygı gösteriyorsunuz. Bizanslı idareciler bize mabet yaptırmadılar. Bize yardımcı olmanızı istirham ediyoruz.” Dediler. Orhan Gazi de bir arsa verip bizimkilerin mabet yapmalarına yardımcı oldu. Daha sonra büyük camiler yapıldı.

Şu anda İstanbul’daki Osmanlı döneminden kalma Darü’l-Aceze içinde hem cami. Hem kilise, hem de havra vardır.” (15)

Türkler aleyhinde ağır iftiralarla dolu kitap yazan Ermeni Pastırmacıyan bile, Osmanlı’nın gayrimüslimlere hoşgörü ve himayesini gizleyememiştir:

“Büyük sultanların döneminde. Hıristiyan tebaanın kısıtlı haklarına hemen hemen riayet edilmiş ve mahkemelerce adalet oldukça tarafsız şekilde tevzi olunmuştur. Ermeniler, onların nezdinde çok kere müessir bir himaye görmüşlerdir. Jorga (Romen Tarihçi) Ortodoks oldukları İçin zulme uğrayan Eflâk Ermenileri lehinde, Sultan III. Murat’ın enerjik şekilde müdahalede bulunduğunu yazar. II.Süleyman devrinde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Hıristiyan köylünün durumunun, aynı devirde Avrupa’daki serflerin durumundan daha zor olmamış olması muhtemeldir.” (16)

Son olarak, Çanakkale Savaşı’ndaki kanlı çarpışmalarda, Mehmetçiklerin teşhir ettiği yüksek insanî hasletlerle ilgili birkaç çarpıcı anekdot aktaralım:

Amiral Keys. Hatıratında şu müşahedelere yer vermektedir:

“Kayıklarımızdaki tayfaların yürekliliğinin şahidi olduk. Muhriplerin himayesi ile ateş altında bulunan yaralıları toplamak için yanaştılar.

Türkler çok civanmertlik (chevaleresques) gösterdiler. Kıyıdan yaralılar taşındığını gördükleri vakit, bunlar kayıklara bindirilinceye kadar ateş kesiyorlardı.

(…) Birdenbire Triumfun (Zırhlısı) yana yattığını ve devrildiğini gördük; batmadan önce teknesi yukarıda olarak yarım saat kadar yüzdü; etrafında küçük gemiler vardı, bunlar ancak 3 subayla 3 er kurtarabildiler. Civanmert Türkler, cankurtaran kayıkları ateş altına almaktan sakındılar.” (17)

Osmanlı Genel Karargâh Muhafız Piyade Bölüğü Kumandanı Üsteğmen Ruhi Beyin şahit olduğu hâdise de tam bir insanlık şaheseridir:

-“Seddülbahir’de düşman çıkarma yaparken ona karşı ilk savunmayı yapan bizdik (26. Alay). Tepemizde uçan düşman tayyarelerine topçularımızın ateşi isabet ederek, bir tayyare cephemiz istikametine düştü. Tayyaredekiler kendilerini denize atarak yüzmeye başladılar. Tayyareciler, bir buçuk kilometre kadar kıyımıza geldiler. İki adam feryat ediyordu; yani ölüyordu.

Kıyıdan bir yardım umuyorlardı. Yardımlarına benimle beraber Teğmen Kaşif de iştirak etti. Ne yazık ki tayyarecilerden birisi boğuldu. Ötekini kurtardık.

Mıntıka Kumandanı Yarbay Mahmut Bey havacıyı 5. Ordu’ya teslim etti. İngiliz havacı giderken Mahmut Bey’e:

-“Türkleri, şöyle cesurdurlar, böyle âlicenaptırlar diye kitaplarda okurduk. Bu defa bizzat gördüm. Fakat böyle şiddetli ateş altında bu derece fedakârlık edeceklerini bilemezdim.” Demiştir.” (18)

25 Nisan 1968’de Kanberra’daki “Anzak Günü” töreninde. Avustralya Genel Valisi Lord Casey ise şu anısını anlatmıştır:

“Bir gün yaralılarımızı Türk siperlerine yakın ve açık bir araziden geçirerek taşımak durumunda kalmıştık. Türk siperlerinden hiçbir şekilde müdahaleye ve atışa maruz kalmadık. Türkler siperlerden başlarını çıkarmış ve bir insanlık anlayışı içinde bu durumu seyretmişlerdir.” (19)

1954-1955 yıllarında Bükreş’teki bir elçilikte, Yugoslavya Büyükelçiliği mensuplarından birisinin, 15-20 yabancı diplomatın bulunduğu bir toplantıda dile getirdiği ve eski politikacılardan Sadi Koçaş’ın müşahit olarak aktardığı şu itiraflar, Stefan Laussanne’nin yukarıdaki görüşlerini destekler mahiyettedir:

“Biz Sırplar mevcudiyetimizi Zembilli Ali Efendi’ye borçluyuz! Bazı Sırplar, padişaha yaranmak için. Sırbistan’ın tamamen İslamlaştırılmasını telkin etmek istemişlerdi. Zembilli Ali Efendi bu hususta fikri sorulduğu zaman:

-“Hâşâ Sultanım İslâm dininde böyle şey olmaz. Herkes isterse Müslümanlığı kabul eder. Birkaç kişinin tavassutu ile zorla bir kavim ihtida ettirilemez. Bu İslâmiyet’e aykırıdır!”

demiş ve böyle yanlış bir icraata manî olmuştu. İşte bu yüzden biz Sırplar varlığımızı ona borçluyuz. (20)

Hâkimiyeti altında kaldığı müddet içerisinde; başını en fazla ağrıtan topluluklardan olmasına rağmen Osmanlı, Sırpların bile bütün hak, hukuk ve hürriyetlerini güvenceye almaktan çekinmemiştir. Kanuni Sultan Süleyman’ın, 1558’de Belgrad kadısına;

Sırp ahâli nin haklarının gözetilip, her türlü kötü muameleden korunması amacıyla gönderdiği ferman, Osmanlı Medeniyeti’nin, Sırpların şahsında Batı Medeniyeti’nden ne denli üstün ve insancıl olduğunun en abidevî hüccetlerindendir.’’ (21)

Bu misâl ve tespitler açıkça gösteriyor ki. Osmanlı, cihanşümul hoşgörüsüyle, bünyesindeki her topluluk gibi Sırpları da kucaklamış ve yüzyıllarca barış ve huzur dolu bir hayatı onlarla paylaşmıştır…”

Osmanlıya yapılan haksızlık ve iftiralara cevap vermeden

Son birkaç söz

“Bütün bunları, tarihimize methiyeler düzüp kuru kuruya övünmek; Osmanlı’yı yeniden ihya edip orada yaşamak; hele de geçmişe özlem duyup hâl ve gelecekten ümidimizi kesmek için kaydetmedik.

Osmanlı’nın geride bıraktığı coğrafyada bugün kopan kızıl kıyamet dağdağaları karşısında, onun yerini doldurmaktan fersahlarca uzak olan sözüm ona çağdaş ve medenî olan ve dünyaya nizam vermeye kalkışan ABD ve hempalarının;

Osmanlı’nın hemen ardından bu kadar kısa zamanda bölgeyi nasıl allak bullak edip kana buladıklarının; nihaî sulh ve istikrarın yeniden sağlanabilmesi için hangi koordinatların takip edilmesi gerektiğinin altını çizmek maksadıyla kaleme aldığımızı belirtmekte fayda görüyoruz.

Bu acı gerçeklerden yola çıkarak diyoruz ki: Türkiye tarihî geçmişinden devreden meselelerden ve sorumluluklardan kaçmamalı; Osmanlı’nın yetimlerine ve onların yaşadığı yitik coğrafyalara sahip çıkmalıdır…”(22)

Ve Osmanlıya atılan iftiralar;

-“Alevileri katlettiler...

-“Şehzadeleri (neden) boğazladılar…

-“Türkleri aşağıladılar…

-“İlim ve bilgiye düşman oldular…

-“Yeniliklere karşı çıktılar…

-“Matbaanın geç gelmesine neden oldular…

-“Modern teknolojiyi engellendiler…”

Bunların (İddia-İftiraların) cevaplar yazıldığı zaman Osmanlıya ne kadar büyük bir haksızlık yapıldığı görülecektir.

Maalesef okumuyoruz, bu nedenle Tarihimizi hiç ama hiç bilmiyoruz.

Devam edecek…

www.canmehmet.com

Resim : Tarafımızdan düzenlenmiştir.

Kaynak; İsmail Çolak, “Yeni Dünya Düzeninde Osmanlıyı Aramak”

Yazarın yararlandığı eserler;

(1) Niyazi, Medeniyet Ülkesini Arıyor. İst. 1991, s. 51. Ayrıca bkz. Osman Turan, age, s. 193; Mehmet Doğan, Kur’an Gölgesinde ve Tarih Önünde Türk, Ank. 1976. S. 237.

(2) Voltaire, Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler, Çev: O. Yensevi, İst. 1969, s. 81,88.90.

(3) Zaman Gazetesi. 6 Ekim 1994. S. 4.

(4) E. Alexander Powel, The Struggle For Power in Moslem Asia, New 1925. S. 120; Kamuran Gürün. Ermeni Dosyası, Ank. 1985, s. 36.

(4-a) Macar Serhadlerinde XVI. Asır Türk Devri, Türkçe’ye Trc. Ülkü, nr. 82, s. 309, nr XVI. 91. 50; Miroğfu, agm. S. 16-17.

(5) Nak. Yıldız, age. S. 193.

(6) Yediler, “Osmanlı’nın Yani İslam’ın”, 22 Eylül 1994, Zaman, s. 5.

(7) 12 Ocak 1997 tarihli Gündüz Gazetesi; Yediler. “Evet Sırplar Bile”, 23 Şubat 1997, Zaman, s. 3.

(8) Nak. Yıldız, age, s. 195-196.

(9) E. Esenkova. Türk Düşüncesi Dergisi, 1955-Şubat. S. 196; Recep Şükrü Apuhan, Ruhumda Darp İzi Var. İst. 1990. S. 136. 1 Haziran 1994’te Moldova’yı (Boğdan) ziyaret eden zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Osmanlı’nın büyüklüğünü bir defa daha yakından müşahede ettikten sonra şunları söylemiştin “Osmanlı bize öyle bir miras bırakmış ki, altından kalkamıyoruz!” Bak. Yıldız, age, s. 196.

(10) Gustave Le Bon. Civilasition des Arabes. S. 129. 160; nak. Ahmet Rıza, Batı’nın Doğu Politikasının Ahlaken İflası, Çev: Ziyad Ebuzziya, İst. 1982. S. 98.

(11) İbrahim Erdinç Şumnu, Sömürgecilik, İst. 1991, s. 36.

(12) Ernest Jackh. The Risino Crescent, New York, 1944, s. 37; Gürün, age, s. 36.

(13) Bernard Levvis. The Jews of İslam. Princeton University. Princeton, 1984, s. 136; Kocabaş, age, s. 106.

(14) Avram Galanti, Türklerle Yahudiler, İst. 1947, s. 36.

(15) Nak. Safvet Senih, “Orhan Gazi’nin Kapısının Yanına Dikilen Çınar”, Sızıntı Dergisi, Ocak 2004, Sayı: 300, s. 32.

(16) H. Pasdermadjian, Histoire de l’Armenia, Paris, 1949, s. 274; Gürün, age. S. 37.

(17) Sir Roger Keys Des bancs de Flandre aux Dardanelles. Paris, 1936, s. 224, 243; Y Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, C. 3. K. 2. Ank. 1983. S. 298.

(18) Ruşen Eşref Onaydın. Tarih ve Edebiyat Mecmuası. Mart 1981. S. 20; Nail Uçar, “Muharebe Meydanlarında Hasımları Tarafından Kurtarılanlar”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Eylül 1988. Sayı: 21. S. 19.

(19) Nail Uçar, agm. S. 20. Konuyla alakalı diğer tespit ve misaller için bkz. Çolak, age, s. 135-136, 151-156; Vehbi Vakkasoğlu. Osmanlı İnsanı. İst. 1999. S. 212-213. 228.

(20) Koçaş, age, s. 77.

(21) Ferman ve konu hakkında daha fazla bilgi için bkz. Çolak, age, S. 159-164.

(22) 98 Bakiler, age, s. 38.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Anti-Spam Quiz:

*