Mustafa Kemal, Halife mi olmak istedi ? Bu konuda Kazım Karabekir ve Nutuk’ta aktarılanlar aşağıda verilmiştir :
1.Kaynak : “Kazım Karabekir Anlatıyor”, Uğur Mumcu.
” ‘M. Kemal, halife mi olmak istiyordu?’. Karabekir, bu kanıdaydı.
Karabekir, Mustafa Kemal’in halife olmak isteğinden niçin bu kadar emindi ? Paşa, kuşkusunu şöyle dile getiriyor :
‘El yazısıyla (Mefkure Hatırası) imzasını taşıyan, sarıklılar arasındaki sarıklı resmi, Mustafa Kemal Paşa’nın Hilafet ve Saltanatı kendisine almak mefkuresinde olduğu neticesinde karar kılıyordu. 12 Mayıs 1922 tarihli el yazılarını ve imzalarını taşıyan bir fotoğraf ilişiktir.
Cumhuriyet fikrinden, kendi uhdesinde (olacak bir) hilafet ve saltanata dönüş, bütün cihana karşı çok garip bir şey olacaktı. Ben, bizim için hilafeti ayırmak ve saltanatı lağv etmek, bu suretle Cumhuriyet’e gitmeyi iç ve dış siyasetimize daha uygun buluyordum…
Hilafet ve saltanatın bekası taraftarı değilken, bu sefer bunu bir kumandana vermeye hiç taraftar olamazdım !
M. Kemal Paşa’nın ‘Türkiye’nin başında, Halife-i İslam olacak bir hükümdar bulunacaktır’ ifadesinin delalet ettiği mana, bu (Mefkure Hatırası) fotoğraftan daha iyi anlaşılıyor…’
….
(Canmehmet) Burada araya girerek, Mustafa Kemal Paşa’nın Hilâfetle ilgili konuşmalarını hatırlayalım :
18 Ocak 1923, İzmit : “…Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti, şeri şerif ahkâmından ibaret olan şûra, adalet ve ulu’l emre itaat esasına tevfikan teşekkül etmiştir. Türkiye Devleti için hilafet mevzubahis, zaman varit olabilir. Çünkü makam-ı hilafet yalnızca Türke değil, yüce âlem-i İslâma aittir. Bu âlem-i İslâm’ın, elyevm (bugün) hal-i esarette bulunmasına binaen, hilafet meselesini hâl ve tespit edecek seviyeye vasıl oluncaya kadar Türkiye Büyük Millet Meclisi makam-ı hilafeti bir nokta-i ümit olarak muhafaza edecektir.”
22 Ocak 1923. Bursa : “…Hilafetin yalnız Türkiye halkına değil, bütün İslam âlemine şümulü olması hasebiyle (sebebiyle), bu makam hakkında bir karar vermek Türk milletinin salahiyeti (yetkisi) haricindedir.”
31 Ocak 1923, İzmir : “…Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa tetabuk etmesi lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır.”
…
Kazım Karabekir anılarında devam ediyor :
“7 Şubat’ta (1923) (Zağnos Paşa veya) Ulucami’de öğle namazını kalabalık bir cemaatle kıldık. Sonra mevlüt okundu. Bundan sonra da M. Kemal Paşa minbere çıkarak mükemmel bir hutbe okudu.
Tarihi hutbeyi aynen veriyorum :
‘Ey millet, Allah birdir, şanı büyüktür, Allah’ın selâmeti, atıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenab-ı Hakk tarafından insanlara hakayık-ı diniyeyi tebliğe memur ve resul olmuştur. Kanun-u esasisi, cümlenizce malumdur ki, Kuran-ı Azim-üş-şan’daki nusustur (nasslar / hükümlerdir). İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir, ekmel (eksiksiz) dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa ve hakikate tamamen tevafuk ve tetabuk ediyor. Eğer akla, mantığa ve hakikate tevafuk etmemiş olsaydı, bununla diğer kavanin-i tabiiye-i ilahiye beyninde (arasında) tezat olması icap ederdi. Çünkü bilcümle kavanin-i kevniyeyi (dünya ve ahiret yasaları) yapan Cenab-ı Hakk’tır.
Arkadaşlar;
Cenab-ı Peygamber, mesaisinde iki dar’a (yere), iki haneye malik bulunuyordu. Biri kendi hanesi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini, Allah’ın evinde yapardı. Hazret-i peygamberin eser-i mübareklerine iktifaen bu dakikada milletimize, milletimizin hal ve istikbaline ait hususatı (konuları) görüşmek maksadıyla bu dâr-ı kudside (kutsal yerde) Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna mazhar eden, Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum.
Bu vesile ile büyük bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum.
Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır.
Camiler, itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmıştır.
Millet işlerinde her ferdin zihni, başlı başına faaliyette bulunmak için elzemdir. İşte biz de burada din ve dünya için, istikbal ve istiklalimiz için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum.
Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Amal-i milliye, irade-i milliye yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, bilumum efrad-ı milletin (bütün millet fertlerinin) arzularının, emellerinin muhassalasından ibarettir. Binaenaleyh benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız, serbestçe sormanızı rica ederim.”
…
Gazi minberden indi ve mihrabın önünde, namaz kıldığımız yerde yanıma geldi. Halkın sorularına cevap verirken şu sözleri ile, hutbe-i sena ile izah etti :
‘Biliyoruz ki, Hazret-i Peygamber, zaman-ı saadetlerinde hutbeyi kendisi irat ederdi. Gerek peygamber efendimiz ve gerek hulefa-i raşidinin (ilk dört halife) hutbelerini okuyacak olursanız, görürsünüz ki, gerek peygamberin gerek hulefa-i raşidinin söylediği şeyler, o günün meseleleridir.
O günün askeri, idari, mali, siyasi ve içtimai hususatıdır (konularıdır). Ummet-i İslamiye tekessür (çoğalma) ve memalik-i İslamiye tevessüe (genişlemeye) başlayınca, Cenab-ı Peygamberin ve hulefa-i raşidinin, hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin irat etmelerine imkân kalmadığından, halka söylemek istedikleri şeyleri iblağa birtakım zevatı memur etmişlerdi. Bunlar herhalde en büyük rüesa (başkanlar) idi.
Onlar cami-i şerifte ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı tenvir (aydınlatma) ve irşat için ne söylemek lazımsa söylerlerdi. Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lazımdı. O da milletin reisi olan zatın halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması. Halkı ahval-i umumiyeden (genel durumdan) haberdar etmek son derece haiz-i ehemmiyettir (önem taşır).
Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın dimağı hal-i faaliyette bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir’
…
M. Kemal Paşa, Balıkesir’de verdiği hutbeden sonra Kâzım Karabekir’in düşüncelerini öğrenmek ister.
‘Akşam M. Kemal Paşa, bugünkü beyanatını nasıl bulduğumu sordu. Ben de kendilerine olan samimi bağlılığım kadar kendilerinden aynı karşılığı gördüğüme dayanarak fikrimi söyleyeceğimi bildirdim ve dedim ki:
– Dünya işlerini camilere soktuğumuzun acısını çektiğimiz yetmez mi paşam ?
Milli işlerimizi neden yine camilere sokuyoruz ? Ve neden siz başkumandan olduğunuz halde dinle, hilâfetle bir din adamı gibi, hatta daha ileri giderek meşgul oluyorsunuz ? Münevverlerimiz haklı olarak bu gidişi iyi telakki etmeyeceği gibi, bu yol da esasen tehlikelidir… Paşam, görüyorum ki, siz din ve hilâfet kuvvetlerine çok ehemmiyet veriyorsunuz; şu halde muhafazakârlara dayanmak istiyorsunuz…’ ” (1)
* * *
Hilafet konusunda Mustafa Kemal’in anlattıkları : Nutuk, s.629~639 (*)
“…Muhterem efendiler…1924 senesi başında, büyük çapta bir ordu (ile) harp oyunu yapmak kararlaştırılmıştı… Bu münasebetle 1924 senesi Kanun-u Sani (Ocak ayı) başında İzmir’e gittim. Orada iki ay kadar kaldım. Hilâfetin lağvı zamanının geldiğine orada iken hüküm vermiştim. Meselenin nasıl cereyan ettiğini olduğu gibi özetlemeye çalışacağım.
…Bir müddetten beri gazetelerde hilâfet makamının vaziyeti ve Halife’nin şahısları hakkında yanlış anlamalara müsait neşriyata tesadüf edilmekte…
…Hilafet makamının ve Halife’nin şahısları hakkında yanlış anlama ve yanlış yorumlamaların zemini, Halife’nin kendi tarz ve tavır ve hareketinden kaynaklanmaktadır.
Halife, dahili hayatı ve bilhassa harici hayatıyla, ecdadı padişahların yolunu takip eder görünmektedir. Cuma alayları, yabancı temsilcileri nezdine memurlar gönderilmesi suretiyle münasebetler, tantanalı gezintiler, saray hayatı, sarayında ihtiyat subaylarına varıncaya kadar kabul ve onların şikayetlerini dinlemek ve onlarla beraber ağlamak gibi hareketler bu türdendir.
Halife, Türkiye Cumhuriyeti ve Türkiye halkı ile karşı karşıya vaziyetini değerlendirdiği zaman, İngiltere Krallığı ile Hindistan İslam ahalisine veya Afgan Devleti ile Afgan halkına karşı hilafetin ve halifenin vaziyetini ölçü olarak nazarı dikkatte tutmalıdır.
Halife’nin ve bütün cihanın kati olarak bilmesi lazımdır ki, mevcut ve muhafaza edilmiş olan halife ve halife makamının, hakikatte, ne dinen ve ne de siyaseten mevcudiyetinin hiçbir manası ve hikmeti yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti safsatalarla mevcudiyetini, bağımsızlığını tehlikeye maruz bırakamaz. Hilafet makamı, bizce en nihayet tarihi bir hatıra olmaktan fazla bir ehemmiyete sahip olamaz.
Türkiye Cumhuriyeti ricalinin veya resmi heyetlerin kendisiyle temasını talep etmesi dahi cumhuriyetin bağımsızlığına açık tecavüzdür.
…Hilafet kadrosunun ciddi incelenmesi ve düzenlenmesi lazımdır ki, başmabeyinciler, başkatipler mevcudiyeti, Halife’yi hala saltanat hülyası içinde uyutmasın! Fransızlar, kral, hanedan ve mensuplarını Fransa’ya sokmakta, bağımsızlık ve hâkimiyetleri için yüz sene sonra, bugün dahi sakınca görüp dururken, her gün ufuktan saltanat güneşinin doğuşuna duacı bir hanedan ve mensupları hakkındaki muamelemizde, Türkiye Cumhuriyeti’ni nezaket ve safsata kurbanı edemeyiz.
Halife, kendinin ve makamının ne olduğunu açık olarak bilmeli ve bununla yetinmelidir. Hükümetçe ciddi, esaslı tedbirler alınarak bildirilmesini rica ederim, Efendim.
…1924 senesi Mart’ının birinci günü Meclis’in tarafımdan açılması icap ediyordu. 23 Şubat 1924 günü Ankara’ya dönmüş idik. Orada da icap eden zevatı, kararımdan haberdar ettim.
Meclis’te bütçe müzakeresi devam ediyordu. Hanedan tahsisatı ve Şer’iye ve Evkaf Vekaleti bütçeleri üzerinde durulması lazımdı. Arkadaşlar maksada yönelik beyanat ve eleştirilere başladılar. Müzakere ve münakaşa devam ettirildi.
1 Mart günü, Büyük Millet Meclisi’nin beşinci mesai senesi münasebetiyle verdiğim nutukta şu üç noktaya özel olarak işaret ettim:
1. Millet, cumhuriyetin şimdi ve gelecekte bütün taarruzlardan katiyen ve ebediyen korunmuş bulundurulmasını talep etmektedir. Milletin talebi, cumhuriyetin sınanmış ve ispatlanmış olan bütün esaslara bir an evvel ve tamamen dayandırılması suretinde ifade olunabilir.
2. Milletin kamuoyunda tespit olunan eğitim ve öğretimin birleştirilmesi umdesinin bir an kaybetmeksizin tatbiki lüzumunu gözlemliyoruz.
3. İslam dinini, asırlardan beri olageldiği üzere bir siyaset vasıtası mevkiinden tenzih etmenin ve yüceltmenin elzem olduğu hakikatini de gözlemliyoruz.
2 Mart günü Fırka Grubu toplantıya çağrıldı. İşaret ettiğim bu üç mesele söz konusu ve müzakere edildi. Esaslar üzerinde anlaşıldı. 3 Mart günü, Meclis’in birinci celsesinde, gelen evrak arasında şu önergeler okundu:
1. Hilafetin ilgasına ve Osmanlı hanedanının Türkiye haricine çıkarılmasına dair Şeyh Saffet Efendi ile elli arkadaşının kanun teklifi…
…İlk itiraz, Kastamonu Mebusu Halit Bey tarafından vaki oldu. Müzakerenin cereyanı esnasında Halit Bey’e daha bir iki zat daha iltihak etti. Tekliflerin lehinde uzun beyanatta bulunan birçok kıymetli hatipler kürsüye çıktılar.
Önerge sahiplerinden başka, merhum Seyyit Bey’in ve İsmet Paşa’nın ilmi ve ikna edici hitabeleri her zaman için okunmaya değerdir. Müzakere ve münakaşa beş saat kadar devam etti. Saat 6.45’te müzakere son bulduğu zaman, Türkiye Büyük Millet Meclisi, 429, 430 ve 431.kanunlarını çıkarmış bulunuyordu.
Bu kanunlara göre…Halife, makamından indirildi ve hilafet makamı lağv olundu ve makamından indirilmiş Halife ve yıkılmış Osmanlı saltanatı hanedanının bütün üyeleri, Türkiye Cumhuriyeti memleketleri dahilinde ikamet etmek hakkından ebediyen yasaklı kılındı.
…Bu vesileyle diğer bir noktayı da arz edeyim. Büyük Millet Meclisi, hilafeti lağv ettigi zaman, Antalya Mebusu, ulemadan Rasih Efendi, Hilal-i Ahmer (Kızılay) namına Hindistan’da bulunan bir heyetin riyasetinde idi. Rasih Efendi, Mısır’a uğrayarak Ankara’ya döndü. Benden görüşme talep ederek şu beyanatta bulundu: Seyahat ettigi memleketlerde, İslam ehli benim halife olmamı istiyormuş … Salahiyet sahibi İslam heyetleri , Rasih Efendi’yi bana bu hususu tebliğ etmek için vekil etmiş … Rasih Efendi’ye verdigim cevapta, İslamIarın bana olan teveccüh ve muhabbetlerine teşekkür ettikten sonra dedim ki: ‘Zat-ı âliniz din ulemasındansınız ! Halifenin devlet reisi demek oldugunu bilirsiniz. Başlarında kralları, imparatorları bulunan tebaanın bana ilettiginiz arzu ve tekliflerini ben nasıl kabul edebilirim ? Kabul ettim desem, buna, o tebaanın başındakiler razı olur mu ?! Halifenin emir ve yasağı yerine getirilir. Beni halife yapmak isteyenler, emirlerimi yerine getirmeye muktedir midirler ? Dolayısıyla mevzuu, manası olmayan vehmedilmiş bir sıfatı takınmak gülünç olmaz mı ?’
Efendiler, açık ve kati söylemeliyim ki, İslam ehlini bir halife heyulasıyla hala meşgul etmek ve aldatmak gayretinde bulunanlar, yalnız ve ancak İslam ehlinin ve bilhassa Türkiye’nin düşmanlarıdır…”
* * *
Bu bölümde yazılanları özetlersek :
– Kazım Karabekir Paşa’ya göre : Mustafa Kemal Paşa Halife olmak istemekte ve bu nedenle (İslam Dini ve Camilerin önemi konusunda) Balıkesir Ulu Cami’de (7 Şubat 1923) Karabekir’in de çok beğendiği bir konuşma yapmıştır. “Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler, itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek yani meşveret için yapılmıştır.”
Mustafa Kemal Paşa’ya göre Camilerin ana görevi: “Din ve Dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek, meşveret yapmak…”
Ancak, aradan yaklaşık 12-13 ay geçince (Mart 1924’da gelindiğinde), Mustafa Kemal Paşa olayları Nutuk’ta farklı bir anlayışla anlatmaktadır :
“Halife’nin ve bütün cihanın kati olarak bilmesi lazımdır ki, mevcut ve muhafaza edilmiş olan halife ve halife makamının, hakikatte, ne dinen ve ne de siyaseten mevcudiyetinin hiçbir manası ve hikmeti yoktur. “
“Türkiye Cumhuriyeti safsatalarla mevcudiyetini, bağımsızlığını tehlikeye maruz bırakamaz. Hilâfet makamı, bizce en nihayet tarihi bir hatıra olmaktan fazla bir ehemmiyete sahip olamaz.”
“İslâm dinini, asırlardan beri olageldiği üzere bir siyaset vasıtası mevkiinden tenzih etmenin ve yüceltmenin elzem olduğu hakikatini de gözlemliyoruz.”
* * *
Meraklıları, 1924 Anayasası’nı inceleyebilirler :
1924 Anayasası, Madde 2 : Türkiye Devletinin dini, Din-i İslâmdır.
(Not : 1928’de yapılan bir değişiklikle, Türkiye Devleti’nin resmî dili Türkçedir ve “Din-i İslâm” ibaresi kaldırılmıştır.)
5.2.1937’de yapılan değişiklik : “Türkiye Devleti, Cümhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır. Resmî dili Türkçedir. Makarrı (başkenti) Ankara şehridir.” (**)
Konunun meraklıları, “Milli Mücadele (İşgâlin ortadan kaldırılması) için yola çıkılırken siyaseten hedeflenenler”i ve “Milli Mücadele’den sonra siyasi manada yapılan uygulamaları” karşılaştırılabilirler.
…
Devam edecek…
– Silahlı kuvvetler, “Siyasi” Kuvvetler olmadan bir başarı sağlayabilir mi ? Hilâfet ve Papalık Kurumunun önemi burada mıdır ?
AÇIKLAMA ve KAYNAKLAR :
Mustafa Kemal Paşa’nın Ulu Cami konuşmasındaki vurgulamalar tarafımızdan yapılmıştır.
(*) https://sarizeybekokullari.com.tr/Mustafa_Kemal_Ataturk-Nutuk.pdf
(**) https://www.anayasa.gov.tr/tr/mevzuat/onceki-anayasalar/1924-anayasasi/
(1) KAZIM KARABEKİR ANLATIYOR. Uğur Mumcu. s.59-67. (Um-Ag Vakfı Yayınları. 25.Baskı, 2009 Aralık)