“Şimdi sunacağım vesika da bugüne kadar bilinmiyordu. Bu belgesizlik ve bilgisizlikler, Abdülhamid’le beraber Türk tarihini de karalayanların işine yarıyordu.
Yakın tarihimiz, yalan ve yanlış üzerine kurulmuş propaganda ve spekülâsyonlara sebep oluyor. Tarihini bilmeyen gençlerimiz, sağlıklı bir kafa ve ruh yapısından uzaklaştıkları gibi, ilim adamlarımız da, kasten sivrilen bu tarih bağnazlığı karşısında güvenilir araştırmalar yapamıyorlar.
Yakın tarih uzmanları sınırlı bilgilerini dahi ortaya koymaktan sakınıyorlar. Çünkü doğru bilginin sezdirilmesi bile, söyleyenin başını belâya sokabilecek garip bir “ Cesaret ” sayılıyor. (1)
…
Sunacağımız önemli vesika “Edvvard Grey’in Hatıraları” (Memoires de Edward Grey) Fransızca tercümesinin (1927) 142-144 sayfalarından alınmıştır…
Bu satırların II. Abdülhamid’i anlatması kadar, ünlü yazarı da önemlidir. Edward Grey, Sultan Hamid devrinin uzun bir döneminde “Topraklarında güneş batmayan imparatorluk” denilen Büyük Britanya’nın Dışişleri Bakanıdır.
…Osmanlı’ya ve İslâm âlemine dönük haksızlıkların öncülerinden olan bu tarih kişisi hakkında dostum İlhan Bardakçı, ayrıca şu notu eklemektedir.
“Edward Grey, siyasî hayatı boyunca hasım olduğu Abdülhamid’in ölümünden sonra: Ne büyük kayıp! Hasmımdı ama onun ölümü ile diplomasi mesleği artık zevkini kaybetti’ diye yazan ünlü diplomattır. ” (2)
**
Büyük Britanya’nın Dışişleri Bakanı Edward Grey yaşadıkları ve şahit olduklarını anlatmaktadır :
“Şimdi, 1912/13 yıllarının en belli başlı olaylarından, Balkan Savaşı ve Büyükelçiler Konferansı’na geliyorum.
Ben, II. Abdülhamid’i, Yakın Doğu dengesini kişilendiren kimse olarak tanıdım. Sultan II. Abdülhamid bölgenin hangi güçler tarafından çevrildiğini, bu güçlerden her birinin eğilim, kudret ve zaaflarını en mükemmel şekilde biliyordu.
Rusya’nın, İstanbul ve Boğazlar üzerindeki niyetlerine vâkıf olması bir tarafa, Çar’ın buralara çok yakınlaşması hâlinde, (aynen 1878 Berlin Antlaşması sırasında olduğu gibi) Batılı ülkelerin Rusya’nın davranışını önlemek için harekete geçeceklerinin de farkında idi.
İngiltere kamuoyunun, Makedonya’daki zulüm ve Ermeni katliamı yüzünden hissettiği infiali, Abdülhamid hiddetle fakat endişeden uzak bir şekilde izliyordu. Ayrıca İngiliz donanmasının Ermenistan bölgesi dağlarına yanaşamayacağını değerlendiriyordu. Özellikle Londra’nın Boğazlar ve İstanbul meselesini alevlendirmesi hâlinde, büyük ülkelerin statükonun bozulmasına izin vermeyeceklerini ve kendi aralarında savaş başlatması korkusu ile buna engel olacaklarını da tespit ediyordu.
Başbakan Disraeli’nin Türkiye yandaşı politikasının taraftarı olan Lord Salisbury bile, artık tam bir kanaat dönüşü ile “İngiltere’nin Türkiye’yi tutmakla yanlış ata oynadığını” söylemeye başlamıştı. Bu hâdise bile, Abdülhamid’i heyecanlandırmıyordu. İngiltere’nin şahsında bir Türkiye’ye destekçisini kaybetmişti, ama şimdi Almanya’nın varlığında bizzat kendi eliyle güçlü bir dost yaratmıştı.
Anadolu’nun kalkınması ve refahı konusunda, bazı ticarî tavizler vererek Alman dostluğuna bağlılık ve bu gelişmeyi kuvvetlendirmek için büyük dikkat göstermişti. Fransızlar da, İstanbul’da önemli ticarî çıkarlara sahip olmuşlardı.
Ama Abdülhamid, kendi aralarında dengelenen bu dış siyasî güçlerin ve elde edilen çıkarların arkasında en sağlam şekilde yer tutabilmişti.
Padişah, gerçi Makedonya’da reform yapılması konusunda üzerindeki baskılardan sıkılıyordu ama, Avusturya ve Rusya’nın diğer ülkelerin bu konular ile ilgilenmelerine izin vermeyeceklerini, bu takdirde İngiltere’nin tek başına kalacağını da, yine en iyi değerlendiren insandı.
Bu konuda, kendisi üzerinde ağır bir baskı kurulmasını önlemek ve bu ülkelerin kendi aralarındaki rekabeti kısıtlayabilmek için, Avusturya ve Rusya arasındaki rekabeti iyi kıymetlendiriyordu. Makedonya meselesine müdahale edebilecek bir başka ülkenin var olmamasından duyduğu kıskançlığı da, İngiltere üzerinde bir tehdit unsuru olarak kullanıyordu.
Dış konularda, Sultan Abdülhamid, Hristiyan tebaasının birbirlerine karşı hissettikleri “kin duygusu “ndan faydalanıyordu. Din bakımından birlik hâlinde bulunan, ancak ırk sebebiyle birbirlerine düşmüş ve parçalanmış olan bu halkların soya dayalı karşılıklı inkarcılıkları, dinî bağlılıklarından üstündü. Sultan bu duygulan iyi kullanıyor, yönlendiriyor ve bütün mahareti ile Balkan devletleri Hıristiyanlarının Türkiye aleyhinde bir koalisyon kurarak ayaklanmalarını önleyebiliyordu.
Abdülhamid, kendi emellerine hizmet edebilmeleri için, dış ve iç güçlere, bu güçlerin oyun biçimlerine ve kullanılma usullerine nüfuz edebilme konusunda, insan zekâsı maharetinin azamî sınırlarına ulaşmış bir hükümdardı. Ne var ki, tabiat kanunu gereğince, İnsanî güçler zayıflamaya başlayınca ve Sultan’ın melekeleri de zaafa uğrayınca, iç ayaklanma (31 Mart) baş göstermiş ve Abdülhamid tahttan indirilmişti.
O, tahttan inince değişiklik ve karışıklık müthiş oldu. Kaybettiği eski otoritesinin yerine geçen ve en ufak vicdan kavramından yoksun olan, ihanet ve kötülük tufanı Abdülhamid’in karşısında saf tuttu.
Meşrutiyet ihtilâlinin liderleri de dirayetli olabilirlerdi. Ama onun gibi tek değil, kalabalıktılar. Sultan gibi tartışmasız bir kudrete ve karar isabetine sahip değillerdi. Güçleri parçalanmıştı. Nitekim daha sonraları şahsî çekememezlikler, rekabet ve entrikalar içinde dağılmışlardı.
Türkiye’nin Avrupalı komşuları, kendilerine, avantaj gibi görünen bu duruma aldanarak harekete geçtilerse de (Balkan Savaşı’nı kastediyor) sonuçta bir kısmı felakete uğradı ve durum diğerlerinin aleyhine döndü.
Komşularının zaafları üzerine, şüphe edilebilecek gizli emellerin sahibi olduğu ne kadar iddia edilirse edilsin, daha sonra anlaşıldı ki, Abdülhamid bizzat Avrupalıların huzur ve çıkarlarını, hatta kendilerinin bile başaramayacakları en akıllı ve dengeli şekilde koruyabilmiş bir hükümdardı. Ama artık yoktu, gitmişti.
Avusturya, Bosna-Hersek’i ilhak etmekle işe başladı.
Daha sonra İtalya, Trablus’u işgal etti.
Nihayet Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ, aralarında birlik kurarak Türklerin üzerine çullandılar. Sebepleri kendilerince makuldü: Güneydoğu Avrupa’daki Hristiyanları Türk boyunduruğundan kurtarmak istemişlerdi.
Ne var ki, Abdülhamid’in kurduğu Balkan dengesini ortadan kaldırmak suretiyle, aynı Balkan ülkeleri bu dengeye saygı besleyen Avrupa devletlerini birbirlerine düşürdüler.
Dünyanın en şeametli hâdiselerinden birisi olan Birinci Dünya Savaşı’na böylece sebep oldular.
Abdülhamid’in sahneden çekilmesiyle 1908 Meşrutiyet ihtilâli ve sonuçları böylece 1914 felâketinin yolunu açtı.” (3) Büyük Britanya’nın Dışişleri Bakanı Edward Grey
**
Siyaseti, meslek edinenlerimizden kaç kişi İngiliz bakanın aktardıklarını biliyor, yorumluyor ve bunların geleceğe yansımasını değerlendirebiliyor ?
Büyük Devlet olmak, elbette çeşitli kaynaklarla mümkün olabilmektedir. Ancak, bilinir ki, bu kaynakların en başında İNSAN Kaynakları gelmektedir.
Yaklaşık 80 yıldır, “ama” larla, “Deniz kıyısında kumlarda oynadık ! ” Bırakınız, bir dünya İmparatorluğunun iddiasını sürdürmeyi : Dünyaya, bölgemize ve çevremize karşı adeta , “Üç maymun oynayan !” Tiyatroda figüranlık yapılmıştır.
Yeri geldiğinde kimilerimiz : ” Bizler 1000-2000 yıllık devlet geleneğine sahibiz…” derken, neyi kastetmekte veya bunların ne anlama geldiğini değerlendirememekte midir ?
Devlet, iddiaları ile DEVLETTİR. İddiası olmayan devlet değil, AŞİRETTİR.
**
Sultan 2.Abdülhamid’in, olası bir Dünya Savaşında Çanakkale Boğazının saldırıya hazırlanması için yaptığı hazırlıkları öğrenmek için : https://www.canmehmet.com/fazla-bilinmeyen-kahramanlari-ve-tabyalari-ile-canakkale-savasi-gercegi-2
Sultan 2. Abdülhamid’in Çağın gelişmelerini yakalamak için yaptırdığı modern okulları, eğitimde konusunda yaptığı çalışmalarının yanında ülke kalkınmasındaki devasa hizmetleri için bakınız : https://www.canmehmet.com/osmanli-egitim-sistemi-1893de-amerikada-osmanli-kizlarinin-egitimi-ovuluyor-5
25.11.2023
www.canmehmet.com.
Resim : Tarafımızdan düzenlenmiştir.
(1-2-3) Ahmet Kabaklı. “Temellerin Duruşması I.”