*Gazete manşetleri ilgili resim galerisinde verilmektedir.
…
O DÖNEMLERİN DAHA RAHAT ANLAŞILMASI İÇİN
Prof. Dr. Mehmet Recai Kutan/ Saadet Partisi Genel Başkanı’nın : “KİMLİK KRİZİ VE KÜLTÜREL DEGİŞİM SEMPOZYUMU” NDA (2010’DA) ANLATTIKLARINDAN KISA BİR BÖLÜM :
TÜRKİYE’NİN YAKIN SİYASİ TARİHİ
…Diyarbakırlılar bizi çok sevdiler. Sadece şu hatırayı anlatayım. ismet Paşa hükümetinde Necip Pirinççioğlu diye Diyarbakırlı bir devlet bakanı var. Bir gün geldi. Aslında biz hazırladığımız projeler programa girsin diye ısrarla çağırıyoruz ama adam yok.
“Recai Bey, bir sorum var. Dün akşam Halk Partisi il binasındaydım. İl başkanı bana dedi ki, ‘Siz buranın eşrafındansınız, bundan evvel bir dönem milletvekiliydiniz, şimdi de bakansınız. DSİ’nin başında Malatyalı birisi var. Bilesiniz ki bu adam şu anda Diyarbakır’ın merkezinde ve ilçelerinde sizden daha popüler.’ Sayın Recai Bey nasıl oluyor bu?” dedi.
Ben gülerek dedim ki, “İl başkanınız bir şey daha söylemiştir Sayın Bakan. Demiştir ki, bunlar halkın dini hislerini istismar ediyorlar.” “Vallahi, öyle dedi” cevabını verdi.
Dedim ki, “Sayın bakan, bu bölgeler uzun yıllar memurlar için sürgün yeri olarak kullanıldı. Meşhur sözdü, amiri memura derdi ki ‘Aklını başına al. Eğer durumunu düzeltmezsen, soluğu Güneydoğu Anadolu’da alırsın.’
Buraya gelen sürgün adamların halkla kaynaşması mümkün değil.
Adam bakıyor, ‘Eğer devlet buysa, ben bu devletten değilim’ diyor.
Bir baktılar ki, bu adamlar geldiler, bize benziyorlar, bizim yediğimizi yiyor, içtiğimizi içiyorlar. Bizimle beraber Allah’ın huzurunda bulunuyorlar. “İlk gün, Cami-i Kebir’deydim” Şunu ifade edeyim, dikkatlerini nasıl çekti? İlk gittiğim gün -takım elbiseli, kravatlı üniversite talebesi görünümlü gencecik zayıf bir adamım-, dedim ki Cami-i Kebir’de bir ikindi namazı kılayım.
Orada vakit namazları tıklım tıklım dolu olur. Cemaatin hepsinin gözü benim üzerimde, alışık olmadıkları bir kıyafette genç bir adam, namaz kılıyor.
“Namaz kılanlardan bölge müdürü yapmaya başlamışlar”
Namazın ardından geldiler, ‘Efendi biz caminin önünde alçak kürsülerde çay içiyoruz size çay ikram edelim’ dediler. ‘Hay hay’ dedim. Hemen merakla sordular, ‘inşallah buraya bir hayır işi için gelmişsindir’. ‘İnşallah’ dedim.
‘Ne kadar kalacaksın’ diye sordular. ‘Kalacağım. Gitmeyeceğim’ dedim.
‘Niye?’ diye sorunca, ‘Ben buraya DSİ Bölge Müdürü olarak tayin edildim’ cevabını verdim.
Adamlar, öyle bir şaşırdılar ki. Birisi diyor ki,
“Allah, Allah, demek namaz kılanlardan da bölge müdürü yapmaya başlamışlar.”
…
“GAP’ın sahibi kim?”
Şimdi muhterem kardeşlerim, şu soruyu cevaplamak istiyorum. Malum GAP Türkiye’nin en büyük projesi. Mehmet Turgut rahmetli bir broşür basmıştı, soru şu “GAP’ın sahibi kim?” Diyor ki, “Bir adam çıkmış GAP’ı kaptırmam. Bir adam da çıkmış -isim vermemiş ama Turgut Özal olduğu anlaşılıyor-,
Keban’ın altında da, Karakaya’nın altında da, Atatürk Barajı’nın altında da benim imzam var, diyor.” O da diyor ki “Böyle iddia olur mu?” (12 Eylül sonrası) tutukluluk dönemimiz bitti, işimiz gücümüz yok, bir arkadaşın bürosuna gitmiştim.
O sırada da partilerin kurulmasına izin verilmiş. Ön planda da Turgut Özal’ın ANAP bir de Turgut Sunalp’ın MDP’si var. Turgut Sunalp içeri girdi, -ordunun yetiştirdiği en müstesna kumandan diye tarif ediyorlar-, uzun boylu, baktı, ufak tefek bir adam tepeden bakıyor bize. Başladı Turgut Özal’ın aleyhinde konuşmaya:
“Adama bak ya, ölçüyü kaçırmış. Bütün bu barajların altında benim imzam var diyor. ama Kenan Paşa dersini iyi verdi. Nereden çıkardın ya, bu milletin malıdır … “
Sonra bana döndü, dedi ki, “Bak beyefendi. bu projelerin altında kimin imzası var biliyor musunuz?” “Bilmiyorum paşam” dedim.
“GAP’ın sahibi o gençtir”
Başladı anlatmaya:
“Beni yeni tuğgeneral olmuştum. Cevdet Sunay, genelkurmay başkanıydı. Bir büyük NATO tatbikatı vesilesiyle Güneydoğu Anadolu’ya gittik. Paşanın yanında en aşağı 25-30 tane general.
Önce Urfa’ya, Mardin’e, Diyarbakır’a gittik. Diyarbakır Valisi Namık Kemal Şentürk’e dedi ki, ‘Ne olacak bu zenginlikleri yanında fukaralık?’ O da dedi ki, ‘Burada DSİ’nin bir Fırat Planlama Amirliği var, oraya gidelim, size ne olacağını anlatsınlar.’ Gittik oraya, bir baktık ki, hepsi gencecik mühendisler.
Ufak tefek çok da genç görünen birisi çıktı, bize iki saat bu projelerin ne olduğunu anlattı. Ben GAP sözcüğünü ilk defa o genç adamdan duydum. Eğer GAP’ın kime mal edilmesi gerekiyor ise işte o takdimi yapan o genç adamla onun genç arkadaşlarıdır. Allah selamet versin, şimdi acaba nerededir o adam?”
“O genç benim Paşam”…
…
“Ne oldu da terör başladı?”
1970’e kadar bir tek anarşi terör olayı aklımıza bile gelmezdi. Şimdi soru şu : Yetmişe kadar anarşi terör yokken, ne oldu da birden bire çıkmaya başladı?
Sosyal hadiseler öyle üç günde beş günde ortaya çıkmaz, bunun önceden alt yapısı hazırlanır.
Peki, ne oldu da altyapı yapılırken, yönetimler gaflet içinde oldular? Ben çeşitli konferanslarda şunu ifade ediyorum: Bir kere buraya gelen memurları yüzde elliden fazlası sürgün.
Halk bir bakıyor, bunları beğenmiyor, halka kötü muamele ediyorlar.
İsterseniz şu hadiseyi de bir anlatayım da fecaati iyice anlayın. Bir gün validen bir yazı geldi.
Vali, bir emekli tümgeneral.
Faruk Güventürk’ün rütbesi kolordu komutanı, bir rütbe üstte.
‘Çok önemli bir ülke meselesini müzakere etmek üzere falanca tarihte valilik makamında bulunacaksınız’ diyor.
Bütün bölge müdürlerini davet ediyorlar. Gittik, baş köşede Faruk Güventürk oturuyor. Dedi ki,
“Beyler, Diyarbakır büyük bir utancın içindedir, biz en kısa zamanda Diyarbakır’ı bu utançtan kurtaracağız. Güneydoğu Anadolu’da Atatürk heykeli olmayan tek il Diyarbakır’dır. O halde en kısa zamanda biz el birliği ile Diyarbakır’ı bu utançtan kurtaracağız. Ben uzun süredir nereye heykeli dikelim diye araştırma yapıyorum. Eğer uygun görürseniz, gelin size o yeri göstereyim.”
Diyarbakır’ı bilenler bilir, Dağkapı diye bir kapıdan girdik, orada bir dört yol ağzı var, bir otelin önünde durduk. Bir sürü generaller, emniyetten adamlar, bölge müdürleri … Bütün esnaf dükkanların önünde merakla bakıyorlar.
Bu kadar adam gelmiş, ne yapıyorlar diye. Ondan sonra dedi ki, ‘Bu Dörtyol ağzına dikeceğiz heykeli.’
‘Olmaz Paşam, eğer sizin maksadınız vatandaş gelip heykeli dikkatle seve seve seyredecekse bu mümkün değil. Buraya yapılsa yapılsa bir trafik polisi noktası yakışır o kadar yoğun trafik var. Nereye olacak, surların dışında sakin bir park yeri var, oraya yapacaksınız, millet de gelip doya doya seyredecek.’
Tam bunu derken birdenbire celallendi ileriden bir polise, “Ulan gel buraya” dedi. Polis korkarak geldi, o zaman polisleri eziyorlardı.
“Ulan kör müsün, görmüyor musun?
-Nebi Camii’nin önündeki kaldırımı gösteriyor-, Ulan kaldırımda köylü başına poşu sarmış sarık gibi.
Derhal koş, git o poşuyu başından al ve yırt” dedi.
Esnaf da dikkatle bakıyor acaba ne emir verdi diye. Polis koşa koşa gitti, köylünün başından poşuyu aldı, zorlanarak cart diye yırttı. Zavallı köylü de bakıyor, ‘Allah Allah bunlar deli mi akıllı mı?’ diye.
Tabii o poşunun üç fonksiyonu var. Biri başını koruyor, namaz kılacağı zaman önüne seriyor, yemek yiyeceği zaman da önüne seriyor, yemeğini orada yiyor.
Bir baktım, esnafın tamamı bize düşman gibi bakıyor.
“Ne o genç müdür, hoşlanmadın herhalde sapsarı oldun” dedi.
“Evet, hiç hoşlanmadım” dedim. “Niye?” dedi, “Bu milleti devletten soğutmak için başka bir şey yapmanıza gerek yok ki!”
“Ama kardeşim, Devrim yasaları ne olacak?” “Allah’ını seversen Paşam, git fukaraya sor bakalım, karnı aç mı tok mu?”
“Bak bilmiyorsun, milletlerarası bir kural vardır, herkes yasaları bilmek mecburiyetindedir” dedi. Adamlar böyle.
Şimdi Mardin’e bir vali tayin ettiler. Bir köye içme suyu yapılıyor, boruyu onlar vermişler, adamlar hendek kazmışlar, taştan, güzel Mardin Midyat kalkeriyle güzel bir çekme yapmışlar. Vali gitmiş oraya,
‘Boruyu biz verdik’ övünmesiyle, birden bire celallenmiş- “Ulan şu üstteki yazı ne?” “Efendim, o Besmele-i Şerif” demişler.
“Bilmiyor musunuz, Türkiye Devleti laik bir devlettir.” Orada akıllı bir zat anlatıyor bana, “Ben dedim ki, bu çeşmeyi biz kendi paramızla yaptık, siz yapmadınız ki. Anlamam ben, derhal ustayı çağıracaksınız ve kazıtacaksınız.” “Ne yaptınız” dedim, “Ne yapacağız, kazar mıyız?
Öldürecek değil ya, yapmadık, ne yapacaksa da yapsın “
Şimdi bütün bu olayları gören halk oranın halkı diyor ki,
“Hayır, bu adamlar devleti temsil ediyor, eğer devlet buysa bu devlet benim değil.”
…
VE NECMETTİN ERBAKAN
Sinop Kadı Vekili Mehmet Sabri ile Kamer Hanım’ın oğlu olarak dünyaya geldi. İlk öğrenimine Kayseri’de başlamasına karşın babasının tayin olması dolayısıyla Trabzon’da tamamladı. İstanbul Erkek Lisesini birincilikle bitirdi. Üniversiteye sınavsız girişi hak kazanmıştı ancak sınava girmeyi tercih etti ve birinci sınıftan değil ikinci sınıftan öğrenime başladı. İstanbul Teknik Üniversitesi Makine Fakültesi’nden 1948 yılında mezun oldu. Aynı yıl “Motorlar Kürsüsü”nde asistan oldu.
Üniversite tarafından 1951’de gönderildiği Almanya’da (Aachen Teknik Üniversitesi) doktorasını yaptı. Alman Ordusu için araştırma yapan DVL Araştırma Merkezi’nde Prof. Dr. Schmidt ile çalışmalar yaptı.
27 yaşında 1954’de İTÜ’de doçent oldu. Araştırmalar yapmak üzere tekrar Federal Almanya’nın Deutz fabrikalarına gitti. Leopard tanklarını geliştirme çalışmasında araştırma başmühendisi olarak görev aldı.
1956-1963 arasında 200 ortaklı ilk yerli motoru üretecek olan Gümüş Motor’u kurdu ve motor üretimini gerçekleştirdi. 1965’te profesör unvanını aldı. 1967’de TOBB Genel Sekreterliği’ne seçildi.
Siyasi hayatı
1969’da Adalet Partisi’nden milletvekili aday adaylığı Süleyman Demirel tarafından veto edildiği için Konya’dan bağımsız aday oldu ve iki milletvekili seçtirecek oy alarak milletvekili seçildi. 1970’de Milli Nizam Partisi’ni kurdu, ancak parti kısa süre sonra Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı.
11 Ekim 1973’de MNP kadrosuyla Milli Selamet Partisi’ni kurdu. 1974-1978 döneminde üç ayrı koalisyon hükümetinde başbakan yardımcılığı yaptı. 1973 seçimlerinde Milli Selamet Partisi 48 milletvekili çıkardı. Bu dönemde, Kıbrıs Harekâtı’nın yapılmasını savundu. Harekâttan sonra adanın tamamının ele geçirilmesini konusunda Ecevit ile görüş ayrılığına düştüler.
6 Eylül 1980’de partisinin Konya’da düzenlediği Kudüs Mitinginin 12 Eylül Askeri müdahalesi’nin sebeplerinden birisi olduğu söylenmiştir.
12 Eylül’de bir süre İzmir Uzunada’da gözaltında tutuldu. 15 Ekim 1980’de 21 MSP yöneticisiyle birlikte ‘MSP’yi illegal bir cemiyete dönüştürmek ve laikliğe aykırı davranmak’ suçlamasıyla tutuklandı. 24 Temmuz 1981’de serbest bırakıldı ve beraat etti.
1982 Anayasası gereğince 10 yıl siyaset yapma yasağı aldı. 1987’de halk oylamasıyla tekrar siyasete döndü. 19 Temmuz 1983’te kurulan Refah Partisi’ne daha sonra genel başkan seçildi. 1991 seçimlerinde Konya’dan milletvekili oldu.
Refah Partisi 1995 seçimlerinde 158 milletvekili ile birinci parti oldu. DYP-ANAP koalisyonu başarısız olunca DYP ile kurduğu REFAHYOL hükümetinde 28 Haziran 1996’da başbakan olarak göreve başladı. Koalisyon hükümeti Başbakanı olarak görevde olduğu 1996-1997 arası 1 yıllık dönemde Türkiye ekonomisi %7.5 oranında büyümüş ve Türkiye’nin GSMH’si Dünya toplamının binde 11.96’sınden binde 12.37’sine yükselmiştir.
Yapılan reformlar arasında, kamu kuruluşları arasında havuz sisteminin kurulması ve gelişmekte olan halkın çoğunluğu Müslüman ülkelerden 8 tanesini biraya getiren D8 oluşumu gösterilebilir.
Laiklik ve Atatürkçülük tartışmaları sonucunda, post-modern darbe ile Erbakan istifa etmek zorunda bırakılmıştır.
21 Mayıs 1997’de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, RP’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu ve RP kapatıldı. Kurucusu olduğu Milli Görüş Hareket”nin 2001 yılında bölünmesinden sonra Erbakan’ın da desteklediği Milli Görüş’çü kanat Recai Kutan başkanlığındaki Saadet Partisi’ni kurdu.
Daha sonra partinin genel başkanlığını yürüttüyse de siyasi yasağı nedeniyle görevi bıraktı ve cezası kalkınca da sağlık problemleri nedeniyle göreve dönemedi. Hakkında açılan kayıp trilyon davasından sonra ev hapsi cezası aldı, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından sağlık sorunları nedeniyle affedildi.
17 Ekim 2010’da tekrar kendi kurduğu Saadet Partisi’nin genel başkanlığına geldi.
19 Ocak’ta kalp rahatsızlığı sebebiyle kaldırıldığı Ankara’daki Güven Hastanesi’nde uygulanan tüm tedavilere rağmen kalp hastalığı ilerledi. 27 Şubat 2011 tarihinde saat 11:40 civarında Ankara’da tedavi gördüğü Güven Hastanesi’nde koroner arter hastalığı ve kalp yetmezliği nedeniyle vefat etti.
https://www.canmehmet.com/28-subat-hikayesi-1
https://www.canmehmet.com/28-subat-hikayesi-2
Kaynaklar:
-İçerik, Vikipedia’dan yararlanılarak hazırlanmış,
-Resim : Web ortamından alınmıştır.