Yeni ulusal kimliğin şekillendirilmesinde maya olarak Atatürk heykelleri ve Nutuk’la birlikte sekülerleşme ve tektipleştirme de kullanılmıştır. Aşağıda açıklandığı gibi buradaki “seküleştirme” ve “tektipleştirme” de farklı beklentiler vardır.
1789 Fransız İhtilali ile daha yoğun olarak gündeme gelen Seküleştirme’deki hedefler arasında sadece : “Dinsel inançların ve uygulamalarının toplumlar üzerindeki önemi azaltmak veya süreç içerisinde inançları kaldırmak yoktur. Burada inançların öne çıkarılması (Laiklik uygulaması) genel çerçevede diğer şeylerin üzerini örtmek için bir perde, yanıltmacadır.
1789 Fransız İhtilali ile Sanayi Devrimi birlikte değerlendirildiğinde, ortaya yeni bir dünya düzeninin çıktığı görülecektir.
Bu iki olay; dünya ekonomisini, üretim şeklini, siyasetini, krallık ve monarşi yönetimlerini kökten değiştirmiş ; kilisenin mevcut ağırlığını azaltılmış, (görsel olarak) cumhuriyet yönetimlerini (demokrasiyi) biraz daha öne çıkarmıştır. Gerçeğinde ne parlamenter (monarşi-cumhuriyet) rejimlerde, ne de demokratik idarelerde sanıldığı gibi bir gerçeklik-samimiyet yoktur.
Yeni Dünya Düzeninde baş aktör olan Sanayileşme ; üretimi makineleştirerek devasa boyutlara çıkarmış, bunun sonucunda işsiz kalan köylüler kentlere (varoşlara) akın etmiş ; çaresizlik-açlık içerisindeki bu insanlar, (fabrika sahiplerinin bekledikleri gibi), “düşük hammadde- ucuz emek” tuzağına düşmüş; insanlar önce bencilleşmiş, bireysellik aile kavramını zayıflatmış, bunların neticesinde inançların emrettiği; “yardımlaşma, merhamet” duyguları zayıflamış ve bunların yerine insanlara, “akılcılık” (ki: bu da bir aldatmacadır) felsefesi hediye edilmiştir.
İşte kabaca anlatımı ile, “Yeni Bir Dünya Düzeni” veya “Aydınlanma!”, “Akılcılık” budur.
Seküleştirmeden sonra şimdi de “Tektipleştirme” konusuna kısaca bir göz atalım.
“…Ulus-devlet kurma projeleri, toplumu tektipleştirme projeleridir ve şiddet gerektirirler.
Hem ulusun şekillenmesi hem de devletin merkezi otoritesinin kabul ettirilmesi için uygulanan kurucu şiddet, Cumhuriyet’in ilk dönemlerine damgasını vurmuştur.(1)
“..Dünya üzerindeki tek tipleştirme düşünceleri dünya üzerindeki renkliliği siyah ve beyaz tonlarına indirme düşüncesiyle aynıdır. Bu tek tipleştirmelerden belki de önemlisi totalitarizmdir. Tek tipleştirmenin faşizan bir tutumla yapılmaya zorlandığı bu akımda insanların tekliği, ayniliği, farklı düşünemezliği temel çıkarımlardan biridir. Politik bir özne olan insan, hırs, makam düşkünü olmaya başladığında koltuğunu kaybetmemek adına kitlesel kırımlar yapıp, toplumu kendi ideolojisine boyun eğmeye zorlar. Hitler Almanya`sında, Mussolini İtalya`sında ve Stalin Rusya`sında gözlemlenen işte budur.(2)
Yukarıda yazılanlar özetlenirse:
Yeni kimlik oluşumunda: Atatürk Heykellerini, Nutuk’u, sekülerleşme ve tektipleştirme’yi bir bütün olarak görmek gerekir. Bunlar “Batılılaşmak” ile Batıya entegre olmanın gerekleridir.
Burada sorulması gereken: Bir bütüne entegre olmak (Batılılaşmak) veya bir bütünün parçası olmak, kime ne sağlamaktadır, sağlayacaktır?
Yeni kurulan devlet: yukarıdaki anlayış-uygulamalarla, mevcut siyasi, ekonomik, kültür ve medeniyet değerlerini sıfırlamak istemektedir.
Ancak, bir toplumun Kültür ve Medeniyetini değiştirmek bunda da başarılı olmak sanıldığı gibi kolay değildir.
Bakınız bu hususta Ünlü Harvard’lı iktisat Profesörü ne demektedir?
“Otuz yılımı yatırım, istihsal (üretim) ve iktisadi gelişme meselelerine verdim ama sonunda şunu anladım ki, bütün bu meseleler bir toplumun sosyal yapısı ile orada çarpışan fikirler ve karşılıklı menfaatlerle karşı karşıya gelince hiçbir sonuç vermez. Bizim ekonomik dediğimiz meseleler, aslında sosyal ve kültüreldir.” (3)
İktisat Profesörüne göre:
– “Halk için, halkla birlikte” dediğinizde, sistem; sosyal dokuya uymalıdır. Uymadığında dönüştürme, kalkınma planlarınız;
-“Halka rağmen halk için!” dayatmasına dönüşür. Dönüşür ancak; halkta ayak sürümeye başlar.
Şimdi geçen bölümde kaldığımız yerden devam ediyoruz.
…
Kültleştirme sürecinde, Atatürk’ün bir peygamber olarak tanımlanabildiğini de görmekteyiz. Hem dinsel boşluğun doldurulması ve eskisinden farklı bir aidiyet hissiyle ikamesi doğrultusunda; hem de Atatürk’ü nitelendirmede başvurulan sıfatların gitgide kifayetsiz kalması karşısında; onun kişiliği, mücadelesi ve gerçekleştirdikleri, dinsel terminoloji kullanılarak ve kutsiyet atfedilerek ele alınacaktır. (4) Buna bir örnek Firuzan Hüsrev Tökin’in şu sözleridir:
“Eğer Atatürk, peygamberler döneminde gelseydi, bir peygamber olurdu. Atatürk, bugün ulusal kurtuluş hareketlerinin peygamberi niteliğini taşımaktadır. Bizim Kur-an’ımız Nutuk’tur. Bizim Ravza-i Mutahharamız Atatürk’ün Anıt Kabri’dir” (5)
…Atatürk dönemi yazarlarından Ruşen Eşref Ünaydın’ın vurguladığı tekillik, Atatürk kültünün nasıl vücut bulduğunu örnekler.
Atatürk; Hamdullah Suphi’nin gözünde, ismi her milletin dilinde anılan, daha yaşarken tarih olmuş, hayalin ufuklarında ve kat kat şafaklar içinde yüzen efsanevi bir kahraman; Ahmet Ağaoğlu’nun gözünde, hiçbir peygamberin icra edemediği ölçüde bir rehber;…
Türkün Yeni Amentüsü gibi, “Gazi’yi Allah’ın en sevgili kulu ve Türklüğü bir iman konusu yapan” yayınlar çıkarmaları, (6) diğer yandan Atatürk’ün “tek adam”lığının kabulüne bağlı olarak güdülen klientalist bir yaklaşım, bir iktidara yaranma çabası olarak da okunabilir.
…Atatürk, ilkeleri arasına “her türlü dogmatizme ve taassuba karşı direniş, fikirleri dondurmamak ve insanları putlaştırmama”yı (7) koymasına karşın, 24 Kasım 1934’te “Türklerin Babası, Atası” anlamına gelen “Atatürk” soyadını bizzat almış (8) ve bu soyadı yalnızca ona tahsis edilmiştir. Onun kişisel varlığını Türk ulusu kavramına bitiştirmesindeki nasip ettiği büyük habercilerin sonuncusudur.
Yusuf Ziya Ortaç da Atatürk’ü bir peygamber olarak niteler:
“Atatürk’e Ekber! Atatürk’e Ekber! Ancak O var:
Atatürk! Evliya O’dur, peygamber O’dur, sanatkâr Atatürk /
Tarihe hâkim, zekâya önder, doğma serdar Atatürk /
Bunları geçti insan büyüğü: Kendi kadar Atatürk”.
Aka Gündüz’ün gözünde ise bir tanrıdır Atatürk:
“Biz sana tapıyoruz! Biz sana tapıyoruz! (…)
Varsın! Teksin! Yaratansın!
Sana bağlanmayanlar utansın!” (9)
1936 yılından itibaren Atatürk için bir başka unvan daha kullanılır; parti-devlet bütünleşmesinin ardından “Şef” olarak anılır. Atatürk’ün karizmatik lider imgesini besleyen türden isim ve unvanları, yeni bir ulus bilinci ve bellek yaratmada rol oynamıştır. “Ulusun babası(10) ve öğretmeni”(11)
Atatürk’e yönelik yüceltmeler, 1934’te “Türk Devrim Tarihi”nin zorunlu ders haline gelmesi ve resmî tarihin O’nun üzerinden kurgulanmasıyla bütünlenmiştir. Zürcher’e göre bu yüceltme, Türkiye’de resmî kültürün önemli bir parçasıdır (2004: 266).(12)
Bunun yanı sıra Atatürk’ün 1935 CHF 4. Büyük Kurultay’ı görüşmeler tutulgasında “altı ilkeyi Kemalizm yolu olarak adlandırması” (Mardin, 2003: 181) kültleştirmede kendisinin de rol oynadığını düşünenleri destekler niteliktedir. Yabancı bir muhabirin doğum tarihini sorması üzerine Atatürk “19 Mayıs 1919” tarihini vermiş (Volkan, Itzkowitz, 1984: 127) ve resmî olarak kayda geçmese de doğum tarihi “19 Mayıs 1881” diye söylenmiştir.(13)
Milli Mücadele’nin başlangıç noktasını ve modern Türk ulusunun doğum tarihini kendi doğumuyla özdeşleştiren Atatürk’le Türk ulusu arasında, sadece ülkede değil dünyada da öylesine bir özdeşlik kurulur ki, “Ünlü dergi adının da gösterdiği gibi, ülke La Turquie Kemaliste olarak anılır” (Migdal, 2005: 213-214).
Napolyon Bonapart,(14) Lenin, Stalin, Hitler, Mussolini, Gandi, Nasır, Şah Rıza, Ben-Gurion vb. birçok lider karizma ve “kült” konusu olmuştur. Aydınlanma önderi olarak tanımladığı Atatürk’ün karizmatik kişiliğinin “kült”e dönüşmesinin olumlu sayılamazsa da anlaşılabilir olduğunu belirten Timur’a göre bu kült 1930’lara girerken oluşmuştur (1997: 293). Atatürk’ün yüceltmeler ve övgüler karşısında, en belirgin özelliği olan gerçekçiliğini ve sağduyusunu koruduğunu belirten Ünder, O’nun bunlara karşı çıkmama nedenini, kurduğu ve ulusun yararına olduğuna kuvvetle inandığı rejimin pekişmesine yardımcı olacağına inanmasına bağlar (2002: 152).5(15)
Arif Payaslıoğlu ise, tapmaya alışık bir halkın karizmatik-otoriter bir önder yaratma eğiliminde olduğu, önderin de yarı-gönülsüz olarak kendisine böyle bakılmasına cevaz verdiği bir döngünün kurulduğuna işaret eder (Tunçay, 1992: 329 Tek parti yönetiminin kurulması). Kült ve imge üzerinden yapılan hesaplaşma ve tartışmaların yoğunluğu ve bunların zaman içinde sürüp gitmesi, karizmatik kişiliğin “önem ve anlamını da belirleyen” (Kreiser, 1986: 551 “Modern Avrupa Tarihi İçinde Atatürk”. Çağdaş Düşünce Işığında Atatürk. 517-556.) bir ölçüttür. Siyasalın “olağanüstü nitelikler atfedilen karizmatik simaya” (Schoeder, 1996: 24-25) odaklanmasıyla Atatürk kültünün oluşturulması, böylesi bir rutinleşmeye de neden olur. Türkiye’de bu kültün rutinleşmesine simgesel-mekânsal örüntüler(16) ve kurumsal yapılar(17) da katkıda bulunmuştur.
Kemalizmin ideologlarından Falih Rıfkı Atay’ın 1931’de, Rusya’da öğrendiği propaganda teknikleri ve Lenin-Stalin kültünden etkilenerek “Kemalist inkılapçıların baş işlerinden biri M. Kemal’i daha iyi tanıtmaktır. Her tarafta Fırka ocaklarında M. Kemal köşesini hemen yapmağa başlamalıyız” (Ünder, 2002:144) demeci ya da Kadro’nun teorisyenlerinden Şevket Süreyya Aydemir’in 1975 yılında “Mecburduk inkılabımızı oturtmaya ve Atatürk’ü putlaştırmaya” (Ünder, 2002: 147) ifadesi, toplumsal sadakat ve rıza üretiminde kültleştirmeye yapılan yatırımın işaretleridir.(18)
1933-1946 yılları, parti-devlet bütünleşmesinin gerçekleştirildiği, Atatürk’ün dil-tarih çalışmalarına ağırlık verip etkin siyaset yaşamından uzaklaşmasından ötürü eleştirildiği yıllardır. Aynı zamanda Batılı görüntüsünün, yaşam tarzının ve “karizma”sının altının daha çizildiği bu döneme ait Atatürk imgesi, Batı basınında şöyle yer bulmuştur (Anonim 1998a: 337):
“Herkesin önünde Atatürk, karizmatik bir hatip, müthiş bir varlıktır. Gamzeli çenesi, mavi gözleri; her ne kadar bir zamanlar ordulara komuta etmiş, isyanlar başlatmışsa da, ona bir film aktörü görünümü vermektedir. Muhteşem dans eder, dayanılmaz bir çekiciliği vardır. Beyaz kravatı ile Viyanalı bir beyefendiyi andırır.”
Türk basınında yer yer Atatürk karşıtı ya da en azından taraftar olmayan yazılar da yayımlanmış ve burada özellikle Atatürk’ün yaşam biçimi ağır biçimde eleştirilmiştir. Başta Yedigün dergisi olmak üzere bazı yayın organlarında Hitler’in, Mussolini’nin ve Stalin’in yaşamları “mütevazı ve perhizci” olarak nitelenirken, Atatürk’ün yaşam biçimi “hazcı” bir imgeyle resmedilmiştir (Rıza Ö.”Hitler nasıl yaşar” 1933a, 1933b, 1933c).(2) (19)
Devam edecek
Açıklama ve Kaynaklar:
Resim : Görseller web ortamından alınmış, düzenleme tarafımızdan yapılmıştır.
(1)30/10/2017 09:28, Soli Özel,
(2)Daha fazlası ve yazının tamamı için bakınız: https://dogruhaber.com.tr/haber/178225-tektiplestirme-hastaligi/ (haberin kaynağı: Bilal Can: Tektipleştirme yolu)
(3) “OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE, KİMLİK VE İDEOLOJİ”. Prof. Dr. Kemal H. Karpat
(4)Dede, K. (2008): sh:150) “Ezoterizm, Kemalizm ve Din: Kutsal Bir Kitap Olarak Nutuk”. F. Başkaya, M., K. Kaynar (Edt.), Resmi Tarih Tartışmaları-5 (s.139-198). Ankara: Özgür Üniversite Yayınları. (Aktaran: Ü. AYLİN TEKİNER • Atatürk Heykelleri
(5) (Tökin, F.,H. 5 Kasım 1979: 2). “Selametçiler Ayıp Ettiniz”. Hâkimiyet Gazetesi, s.2. (Aktaran: Ü. AYLİN TEKİNER • Atatürk Heykelleri. Sh:53)
(6) (Hasan Ünder, 2002: 143) Aktaran: Ü. AYLİN TEKİNER • Atatürk Heykelleri
(7)(Aydemir, 1975: 564) Aktaran: Ü. AYLİN TEKİNER • Atatürk Heykelleri
(8)Kanun dolayısıyla mecliste söz alan İsmet Paşa ise “Atatürk” soyadını kendilerinin teklif ettiğini söyleyecektir: “Arkadaşlar, Büyük Önderimiz Cumhur Reisimizin soyadı için bir kanun teklif ediyoruz. Düşündük ki Soyadı Kanunu tatbik olunurken Büyük Önder’in taşıyacağı adı tayin etmek Büyük Millet Meclisi’nin borcu ve hakkıdır. Kanunda biz ‘Atatürk’ adını teklif ediyoruz. İnanıyoruz ki, ulusun en değerli varlığı olan Cumhur Reisimizin adını söylerken derin sevgi ve saygı duygularımızı birlikte sezdirmiş olacağız. İnanıyoruz ki ‘Atatürk’ adı ile Büyük Türk Ulusu en büyük oğluna en saygılı hitabını yapmış olacaktır” (Anonim 1934: 1). Aktaran: Ü. AYLİN TEKİNER • Atatürk Heykelleri. Sh:54
(9)Bkz. Soyak, H., S. (1973), Atatürk’ten Hatıralar, cilt II, İstanbul: Ya- pı Kredi Yayınları; Necatigil, B. (1963). Atatürk Şiirleri. Ankara: Türk Dil Ku- rumu Yayınları; Özden, Y., G. (1999). Atatürk Şiirleri. Ankara: Bilgi Yayınevi.; Gündüz, A. (4 Ocak 1934). “Yürekten Sesler”, Hâkimiyet-i Milliye, s. 3. (Aktaran: Ü. AYLİN TEKİNER • Atatürk Heykelleri. Sh:54
(10)Atatürk üzerine yapılan yayınların (kitap, makale) isimlendirmesinde de “baba” vurgusu kendini gösterir; Kurt, M., Lanz, R., B. (2008). Atatürk: The Father of Turks. Ankara: MK Publications; Kinross, L. (1965).
(11)Atatürk, 8 Ağustos 1928 tarihinde Millet Mekteplerinin genel başkanlığını ve başöğretmenlik unvanını kabul etmiştir.
(12)Kültleştirme öyle bir aşamaya gelir ki; Edirne mebusu Mehmet Şeref Aykut, 1936’da Kamalizm adlı yapıtında Kemalizmi bir ideoloji olarak tanımlamakla yetinmeyip bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir din ola- rak kabul eder (Tunçay, 1992: 327).
(13)İngiltere Büyükelçisi Morgan, 10 Kasım 1936 tarihinde, Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı yazıda, İngiltere Kralı VIII. Edward’ın, doğum günü nedeniyle, kendi- sine özel ve samimi bir tebrik telgrafı çekmek istediğini söyleyerek, Atatürk’ün doğum tarihinin bildirilmesini rica eder. Bu ricaya karşılık, 12 Kasım 1936 günü gönderilen resmî yazıya “Cumhurbaşkanı Atatürk’ün 19 Mayıs 1881 tarihinde doğmuş olduklarını arz ederim” şeklinde cevap verilir. (Kaynar, 2008: 85).
Yakup Kadri’nin, ferdin kolektivite içinde “eriyip meczoluş” hadisesi (Karaosmanoğlu, 2007: 32) olarak nitelediği yekvücut olma hali özellikle ilk dö- nem anıtlarında belirgin olarak hissedilir.
(14)Napolyon Bonapart figürü, liderlerin salt anıtlarla, resimlerle değil müzik- le de ölümsüzleştirilebildiğini göstermesi açısından önemlidir. Ludwig van Beethoven’in 3. Senfonisi (Eroica), Napolyon’un hayatını simgeleyen bir baş- yapıttır (Birkan, 2000).
(15)Taha Parla, Atatürk’e yakıştırılacak olan yüceltici ve ululayıcı sıfatların hepsinin zaten Nutuk’ta açık ya da dolaylı ve örtük, Atatürk’ün öz yakıştırmaları olarak bulunabileceğine dikkat çeker (1994: 168).
(16)“Atatürk, simge ve kavram olarak yaşamaya devam etti. Heykelleri her yerdeydi ve sözleri binaların yüzeylerine kazınmıştı. Fotoğrafları hükümet binalarına koyuldu, adı bulvarlara, parklara, stadyumlara, konser salonlarına, köprülere ve ormanlara verildi. Atatürk’ün mental ve fiziksel betimleri ve temsilleri, Türk ruhunun simgesiydi. Bu nedenle O, ölümsüz hale geldi” (Volkan, Itz- kowitz, 1984: 345-346).
(17)CHF Üçüncü Büyük Kongresi’nin ardından parti Genel Sekreterliğine getirilen Recep Peker, partinin devlet örgütü ile hükümet üzerinde denetim kurabilecek ölçüde güçlü bir siyasal kuruluş olmasına çaba göstermiş, CHF’nin siyasal alanda tam bir tekel kurmasına ve siyasal niteliği de olan kuruluşların parti içinde eritilmesine yönelik programı hızla uygulamaya koymuştur (Koçak, 2002: 154-155). 10 Nisan 1931 tarihinde Türk Ocaklarının lağvedilmesiyle partiye bağlı olarak Türk Ocakları yerine Halkevleri kurulur. 19 Şubat 1932’de açılan Halkevleri, “misyoner” bir anlayışın ürünüdür (Katoğlu, 2002:433) ve kültürel alanın parti ilkeleri doğrultusunda düzenlenmesini üstlenir. Halkevleri, genç Cumhuriyet’in yeni kültür politikasını yaymak ve “ideallerini yeni nesillere aşılamakla görevli, doğrudan doğruya partiye bağlı bir örgüt olarak planlanmış” (Ayvazoğlu, 1998: 2950) ve milletin kafasının, kalbinin ve vücudunun bir anda işlendiği yer olmuştur (Toksoy, 2007: 480). Ülke çapında sayısı 1939’da 163, 1946’ya gelindiğinde 455’e ulaşan Halkevleri (Yeşilkaya, 2003: 80) 1951’de Demokrat Parti iktidarınca çıkartılan özel bir kanunla kapatılmıştır. Rejimin topluma “yedirilmesinde” bir diğer önemli eğitim kurumu Köy Enstitüleridir. Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köylü nüfusun yeni rejime uyumunu ve modernleşme sürecinde saf tutmasını hedefleyen, 17 Nisan 1940’ta kurulan Köy Enstitüleri de, 1954 yılında İlköğretmen Okulları şeklinde düzenlenerek varlığını ve etkisini yitirmiştir.
(18)Soğurulmanın bir diğer yolu da çalışma konumuzun alanını oluşturan anıtlar- la gerçekleşir. Akıncı, bu süreci şöyle dile getirir: “‘Ölüler, dirileri yönetir’. Bu söz, ulusların hayatında şaşmaz bir gerçektir; büyük olayların, büyük adamların ‘ölmüşlüğü’ söz konusu olamaz. Onlar itici bir kuvvet olarak süreklice topluma yön verirler. Uluslar, büyük günlerini, büyük adamlarını yaşatmak için adlarına anıtlar dikerler. Onları sanat eserleriyle ölümsüz kılarlar” (Akıncı, 93-94).
(19)Çankaya sofralarına dahil olan yakın çevresi ise Atatürk’ün gösterişten çok uzak bir kişilik olduğu üzerinde birleşir. Falih Rıfkı, Atatürk’ün gösterişçi, alayişçi ve “zevahir” düşkünü olmadığını, protokolün, boğazını sıkan dar bir yaka gibi kendisini her vakit rahatsız ettiğini söyler. Atatürk’ün, general olması gereken başyaverlerini daima küçük rütbeli subaylar arasından seçmesini de mütevazı yaşam biçimine bağlar (Atay, 2006: 588). Karaosmanoğlu ise Atatürk’ün oturduğu evin çok sade ve her türlü gösterişten uzak olmakla beraber, yaverleri, nöbetçileri, resmî kabul şeraitiyle kendisi gibi bir genç gazeteci üzerinde tesir yapacak bazı merasimden de uzak olmadığı belirtir (2007: 48-49).