Son yüzyıllık tarihimiz “Henüz Hazır Değiliz” (1) bahaneleri ile sorgulanamamaktadır. Sorgulayanlar da, diğerlerine bu konuda emsal olmaması için -adeta- linç edilmektedir. Bunun bir örneği de Prof. Atilla Yayla olmuştu. (2)
Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilmesi, Saltanatın-Hilafetin kaldırılması, 1923-1927 dönemi İstiklal Mahkemeleri, Cumhuriyetin ilan şekli, 2. Dönem Meclis ve sonraki milletvekili seçimleri, Lozan Antlaşması ve onayı, inkılaplar, lâik sistemle ilgili çıkarılan yasalar ve bu yasaların uygulamaları esnasında gerçekleştirilen idamlar, cezalandırmalar vb.
Tartışılması istenmeyen (tabu!) konuların, günümüzde dahi siyaset bilimi ile, cumhuriyet rejimi içerisindeki yeri sorgulanamamakta, sorgulayan akademisyenlerin-siyasetçilerin ve hatta hukukçuların, gelecekleri-kariyerleri ile ilgili birçok olumsuzluğu peşinen göze almaları gerekmektedir. (3)
İlginç olanı ise ülkemizde (belki de sadece görünürde !) düşünce-ifade hürriyeti bulunduğunun kabul edilmesidir.
* * *
Yukarıda sayılan konular ve olaylar, taraflarının ağzından ve/veya kaleminden aktarılacak, yorumu ise her zaman olduğu gibi okuyanlara bırakılacaktır.
* * *
Öncelikle aktarılacak konular :
– Cumhuriyet rejiminin vazgeçilmezi Laiklik mi yoksa Demokrasi midir ?
– Halk, cumhuriyet yönetimin neresinde konumlanmıştır ? (Daha doğrusu konumlandırılmıştır!)
– İddia edildiği gibi “Egemenlik Milletin” midir, yoksa bir şeyleri perdelemek adı altında öne çıkarılan “Astığım Astık, Kestiğim Kestik !” olan Lâik Krâl Hazretleri’nin midir?
– Cumhuriyetlerde, “Halkın dışarıda kalması” nedir, “Egemenlik halkın” değilse kimlerindir ?
– “Halk” ve “Millet” neden farklı tanımlanmaktadır, bu ne anlama gelmektedir ?
– Halk, bu ülkede 2.sınıf vatandaş mıdır ?
– Tek bir siyasi partinin siyasi ilkeleri ile bir anayasaya yapılabilir mi ?
– Halkın katılmadığı ve söz sahibi olmadığı seçimler, (bir Cumhuriyet rejiminde) ne anlama gelir ?
– “Kuvvetler Birliği” anlayışına sahip olan ülkeler, siyasi boyutta nasıl tanımlanırlar ?
– Cumhuriyetlerde “Özel Mahkemeler” ne zaman kurulur, yetkilerini nereden ve kimden alırlar ?
* * *
“HALK DIŞARIDA KALDI“
“Cumhuriyetin ilk yıllarında halk, siyasal hayatın dışında tutuldu. Örgütlenmesine engel olundu, örgütlenme, büyük kentlerde burjuvazi diyebileceğimiz dış çevrelerle yakın bağlantısı olan kesimle yakın ilişki kurmasından geçmiştir…
(Canmehmet: Gerçeğinde M.Kemal tarafından kurdurulan “muvazaalı” Muhalefet Partisi olan) Serbest Fırka’nın kurulmasının üzerinden çok geçmeden, Limancı Hamdi Efendi apar topar Ankara’ya giderek Atatürk’le görüşüyor.
Hamdi Efendi Atatürk’e : ‘Gerici unsurlar benim tahmin edemeyeceğim kadar destek oldular, partiye akın ettiler, ben buna hâkim olamam, bu hareket sana da karşı’ diyerek partinin kapatılmasını talep ediyor. Hamdi Efendi’nin anılarından öğrendiğimize göre, Atatürk “Bu vefasızlık neyin nesi ?” diye sorar. Limancı Hamdi Efendi’nin Atatürk’e büyük bir nezaket içinde verdiği yanıt ilginçtir: ‘Halk dışarıda kaldı.‘ “ (*)
“SEÇİMLERİ JANDARMA KAZANDI”
“Yıl 1930, Belediye seçimleri yapılır. Ali Fethi Okyar liderliğinde Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF), daha ülkenin her yerinde teşkilatını kuramadığı halde, birçok yerde seçimi kazandı. Ama sandıktan çıkamadı !
Bu olguyu seçim sonrası, (Cumhuriyet) Halk Fırkası Antalya Milletvekili Rasih Kaplan’ın, (Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben söylediği)
‘Paşam, fırkamız seçimleri kazandı !’ sözüne karşılık,
Atatürk’ün acı bir tebessümle verdiği yanıt en güzel şekilde açıklar :
‘Seçimleri Jandarma Kazandı !’ ” (**)
* * *
Cumhuriyet Rejiminin Vazgeçilmezi Laiklik Değil, Demokrasidir
– Laiklik, modernleşmenin ve cumhuriyetin temeli değildir. Örneğin İngiltere, (“Demokrasinin beşiği” olarak tanımlanmasına rağmen), Cumhuriyetle yönetilmediği gibi, Laik de değildir. Aynı zamanda, İngiltere hükümdarı, kilisenin de başıdır. Amerikan Anayasasında ise “Laiklik” ibaresi yoktur. Anlaşılan bu iki gelişmiş ülkenin vazgeçilmezi demokrasidir.
Ülkemizde, Cumhuriyetin altı kuruluş ilkesinde (“Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Lâiklik ve İnkılâpçılık) arasında “Demokrasi” yoktur. 1928 yılı Anayasası’nda “Devletin dini İslam’dır” ibaresi çıkarılmış, yerine ise ancak 1937 yılında Lâiklik ilkesi eklenmiştir.
Açık ifadesi ile Cumhuriyet rejimi, 1937 yılına kadar, 14 yıl resmen lâik değildir. Ayrıca; 1922 Kasım’ında Saltanat’ın kaldırılmasından sonra da, 1924 yılı Mart ayı başına kadar Hilafet Kurumu, yaklaşık 5 ay kadar Cumhuriyet rejimiyle birlikte uygulamanın içinde olmuştur.
“Cumhuriyetin temel vasfı Lâiklik değil, Demokratikliktir…Lâiklik, Cumhuriyet’in ve modernitenin temeli olarak gösterildi. Oysa bir cumhuriyetin temel vasfı demokratik olup olmamasıdır.” (4)
…
“İtalya’dan bir örnek : İtalyan Anayasasında laiklik tanımı yer almıyor. Ama Anayasa Mahkemesi laiklik tanımını yapmış; ”Laiklik, devletin dine ilgisiz olması değil, dini ve kültürel bakımdan çoğulcu bir sistemde din özgürlüğünü teminat altına almasıdır”. Bu ülkede kardinaller, ulusal bayram törenlerinde protokolde Cumhurbaşkanının hemen ardında yer alıyorlar.”
“…Şu anda İsveç Kilisesi genel sekreterliği görevini yürüten Lars Friedner’in ifadesiyle, ‘İsveç’te herkesin Din Özgürlüğü vardır, ancak Kral hariç”. Yine İsveç’te 1998/99 sayılı hükümet kararnamesi ‘Vatandaşların kilise veya dini cemaatlere bağlı olmasını yararlı bir durum(dur)’ ifadesini içerir.” (5)
…
Tekrar bizdeki Laiklik uygulamasına dönersek :
“…Tevhîd-i Tedrisat kanunu çıkarıldıktan sonra, o dönemde Başvekil (Başbakan) olan İsmet İnönü, kanunun çıkarılmasının sebeplerini dile getirmek ve aynı zamanda kanunu eleştirenlere cevap vermek maksadıyla, 1925 yılında Muallimler Birliği’nde öğretmenlere hitaben bir konuşma yapmıştır. Konuşmasında özetle :
Tevhîd-i tedrisatın bazılarınca, kötü ve olumsuz olarak telakki edilip o şekilde yorumlanacağını, hatta bundan dolayı ilk nazarda ‘dinsizlik’ ithamına maruz kalacaklarını tahmin ettiklerini ifade ettikten sonra İnönü, “Bizim için bunların hepsi malûm idi” demiş ve bu şekilde ithamda bulunanlara karşı şöyle bir açıklama yapmıştı :
‘Yaptığımız işi dine münafî (aykırı) görmek, yapılan işi görmemektir. Biz şu kanaatteyiz ki, yapılan işin dinsizlikle hiçbir münasebeti yoktur. Bu sistemde muvaffak olalım, on sene azimle, muvaffakiyetle tuttuğumuz bu yolda yürüyelim. On sene sonra bütün dünya ve şimdi bize muarız olanlar yahut tuttuğumuz yoldan din namına endişe edenler göreceklerdir ki, Müslümanlığın asıl en temiz, en saf, en hakiki şekli bizde tecelli etmiştir‘ ”. (6)
İsmet İnönü her ne kadar konuşmasında böyle bir açıklama yapma lüzumu hissetmiş veya bir başka ifade ile savunmaya girişmiş ise de, uygulamalar ve gelişmeler onun bu iddiasını ispatlayıcı mahiyette olmamıştır. Çünkü ona göre, Tevhîd-i Tedrisat Kanunu’nun on yıllık bir süre ile uygulanması neticesinde “Müslümanlığın asıl en temiz, en saf, en hakiki şekli bizde tecelli edecekti.”
Ama aradan değil on yıl, kendisinin Başvekilliği dönemindeki gelişmeler hiç de iddia ettiği gibi olmamıştır, çünkü o dönemde sosyal ve dinî hayatta çok büyük sıkıntılar yaşanmıştır. Osmanlı döneminde dinî eğitim almış ve bu alandaki hizmetleri yürütenler birer-ikişer hayattan çekilip gittiği ve yerlerine de yenileri yetiştirilmediği için, meydan cahil ve halk üzerinde olumsuz etkiler bırakan kişilere kalmıştır. 1940’lı yıllara gelindiğinde ise, basit dinî hizmetleri ifa edebilecek ve hatta cenazeleri kaldırabilecek kimseler bile kalmamıştır.” (7)
Neticede, Bilgin’in ifadesi ile ‘…Türk Milletinin dinine bağlı büyük çoğunluğu, lâikliği dine karşı bir sistem, Tevhîd-i Tedrisât (öğretim birliği) kanununu medreselerin kaldırılması için çıkarılmış bir kanun’ olarak düşünmeğe başlamıştır. İnönü’nün ifadesi ile ‘tutulan yoldan din namına endişe edenler’ haklı çıkmıştır”. (8)
…
Peki, Türkiye’de “Devletin Dini Kontrol Etmesi” (lâik olduğu iddia edilen bir sistemde) ne anlama gelmektedir ?
Bu alıntı, Diyanet İşleri Başkanlığı web sitesinden yapılmıştır : “Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi, kuruluş kanunu olan 429 sayılı Kanun’da ‘İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek’ şeklinde ifade edilmiştir… 1931 yılı Bütçe Kanunu ile bütün cami ve mescitlerin idaresi ve bunların görevlileri Evkâf Umûm Müdürlüğü’ne devredilmiş ve bu sebeple Dini Müesseseler Müdürlüğü ile Levazım Müdürlüğü’nün personeli, 4.081 hayrat hademesi, 26 cuma ve kürsü vaizi kadrolarıyla birlikte Evkâf Umum Müdürlüğü’ne geçmiştir. Alt yapısı zaten oldukça zayıf ve yetersiz bulunan Başkanlık, bu kanunla neredeyse işlevsiz hale gelmiştir…” (***)
…
Peki, lâik olduğunu iddia eden bir Devlet, din işlerini yürüten bir kurumu bünyesine neden dahil eder; memurlarını tayin eder ve bütçesini / maaşını düzenler ?
Neden mi ?
Cevabını Rus Çarı’nın aşağıdaki bir uygulamasında görmekteyiz.
Rus Çarı ve Ruthenesler…
“Rusya’da Çarlık döneminde, ‘Ruthenes’ denilen bir halk yaşamaktadır. Ne var ki Ruthenesler, Çar’ın Ortodoks mezhebinden değildir.
Çar karar verir : ‘Rutheneslerin milli mezhepleri söndürülüp, Ortodoks mezhebine sokulacaklardır.’
Bunun için klasik zulüm yöntemleri kullanılarak kiliseleri kapatılmaz, rahipleri sürülmez ve inananları da Rus Ortodoks Kiliselerine geçmeye zorlanmaz. Çar, Rutenlerin ayinlerini serbestçe yapmalarına da müsaade etmiştir.
Bunlara karşılık Çar’ın, Rutenlerden küçük bir isteği olacaktır:
‘Ruten kiliseleri, mektep ve manastırları hükümet kontrolüne girmeli; mektep ve manastırlarda ders okutup ibadet eden genç rahipleri yetiştirecek olan hocaları (ki bunlar Ruten mezhebinin gizli düşmanlarıdır) kendisi tayin etmelidir.’
Bu müdahale kâfi gelmiş, kısa zamanda Rutenlerin milli din ve mezhepleri sessiz soluksuz çöküvermiştir.” (9)
* * *
Lâik bir anlayışta Din ve Devlet, birbirinin alanına müdahale etmezler (Çünkü, Lâik anlayış da aslında bir dindir)
– Din ve Siyaset, birbirinden tamamen bağımsız ve özerktir (Kendi kendilerini yönetirler).
– Devlet, herhangi bir dinî tercihte bulunmaz, dini ve inancı kontrol altında da tutmaz.
– Devlet, Eğitim ve Öğretim müfredatında, (öğrencileri-kişileri) kendi inançları dışındaki bir anlayışa-yola yönlendirmez.
Bu kısa açıklamalardan sonra, Fransız Felsefe Prof. Oliver Roy’u okuyalım :
“Laiklik doğrudan doğruya Fransızlara has, özgül bir olgudur. Sekülerleşmede toplum, dinsellik bağlarından kurtulur, ama zorunlu kalmadıkça dini reddetmez. Laik devlet ise dini sınırdışı eder; o sınır, kendisini de tanımladığı hukuktur.”
Prof. Roy Devam ediyor :
“…Laiklik bir düşünce sistemi olmadan önce, ilk başta bir yasalar bütünüdür…
Yani laikliğin gerçekliği, doğrudan siyasal niteliklidir.”
“…Cumhuriyet sonuçta, Katolik Kilisesi’ne karşı kendini inşa etmiştir…
Rejimin temelinde, kilise karşıtlığı geçerlidir…
Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk’ün görüşü de bu yöndeydi.
Onun laikliği aşırı… hatta açıkça din karşıtıydı.
Ülkesinde İslam’ın ağırlığından söz edilse bile, bazı kısıtlamalara uğramıştı.
Nitekim, Atatürk Kilise (din)-Devlet ayrımı gibi bir yola başvurmamış, dinin devlet tarafından denetim altına alınmasını öngörmüştü.
Türkiye’de imamlar, din işlerini yöneten bir kurum olan Diyanet’e bağlıdırlar. Ücretleri Diyanet tarafından ödenir, hatta vaazları bu kurum kaleme alır…” (10)
* * *
Yazı dizimizin sonraki bölümlerinde aşağıdaki sorular incelenecektir :
– Halk, cumhuriyet yönetiminin neresinde konumlanmıştır ?
– İddia edildiği gibi “Egemenlik milletin” midir, yoksa bir şeyleri perdelemek adı altında öne çıkarılan “Astığım Astık, Kestiğim Kestik !” olan Lâik Kral Hazretleri’nin midir ?
– Cumhuriyet rejiminde “Halkın Dışarıda Kalması” ne anlama gelmektedir ?
– Egemenlik Halkta değilse, kimdedir ?
– Halk ve Millet neden farklı tanımlanmaktadır?
– Halk, bir ülkede 2.sınıf vatandaş mıdır ?
– Partilerin siyasi ilkeleri, anayasaya konulabilir mi ?
– Halkın katılmadığı ve söz sahibi olmadığı seçimler ne anlama gelir ?
– “Kuvvetler Birliği” anlayışına sahip ülkeler, siyasi manada nasıl tanımlanırlar ?
– Cumhuriyetlerde, Özel Mahkemeler yetkilerini nereden alırlar ?
08 Mart 2022
…
AÇIKLAMA VE KAYNAKLAR :
Resim: Tarafımızdan düzenlenmiştir.
(*) (“Serbest Cumhuriyet Fırkası”nın) Partinin kapatılması: Serbest Fırka’nın kurulmasının üzerinden çok geçmeden Limancı Hamdi (Ahmet Hamdi Başar) Ankara’ya giderek Atatürk’e gerici unsurların destek olduklarını, partiye akın ettiklerini, buna hâkim olamayacağını, bu hareketin Atatürk’ün kendisine de karşı olduğunu anlatarak partinin kapatılmasını talep etti. Ahmet Hamdi Başar’ın anılarında, Atatürk :“Bu vefasızlık neyin nesi?” diye sorduğunda, Atatürk’e büyük bir nezaket içinde “Halk dışarıda kaldı.” yanıtını verdiği yazılıdır. Daha fazlası için bakınız: http://www.radikal.com.tr/politika/turkiyede-sol-nerede-01-705900/ ve bakınız: http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=111374
(**) SON ÇORBA. Hasan Basri Bilgin, s.115 (Tarih ve Politika, 2002). (Seçimleri Jandarma kazandı)
(***) Daha fazlası için bakınız: https://www.diyanet.gov.tr/tr-TR/Kurumsal/Detay/1
(1) Fikret BİLA/Milliyet/21 Temmuz 2005. “..Bülent Ecevit’in, “Vahdettin hain değildi” sözleriyle başlayan tartışma sürüyor. 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, “Türkiye’nin bu beyanı kaldıracak durumda olmadığını” belirterek, ‘Atatürk karşıtlarını cesaretlendirecek’ beyanı gereksiz ve zamansız bulmuştu.…Nitekim, o dönemin entrikalı, karanlık günlerinde doğruların, gerçeklerin tam yansıması da mümkün değildir…Mustafa Kemal’in Bandırma Vapuru’yla ve resmi görevli olarak Samsun’a yola çıkmasından Padişah Vahdettin’in ve İngilizlerin haberinin olmaması mümkün değildir.” “Vahdettin hain değildi demek ihtiyacını neden hissettiniz?” sorusuna Ecevit, şu yanıtı verdi: Ecevit, Mustafa Kemal’in Samsun’a gidişinin Vahdettin’in bilgisi dahilinde olduğuna ilişkin önemli işaretler olduğunu da şöyle belirtti: “Bandırma Vapuru’nun Boğaziçi’nden, Saray’ın yakınlarından Mustafa Kemal ve arkadaşlarıyla hareket etmesinden ve popüler bir komutan olan Mustafa Kemal’in ordu müfettişi olarak resmen görevlendirilmiş olmasından Padişah’ın habersiz olması mümkün değil. İngilizlerin de. İngilizlerin Mustafa Kemal’i engellemeleri nasıl önlendi, bilemiyorum…” Daha fazlası için: (3)Daha fazlası için bakınız; http://www.milliyet.com.tr/vahdettin-duellosu/fikret-bila/siyaset/yazardetayarsiv/21.07.2005/124793/default.htm
(2) Prof. Yayla’nın konuşması için bakınız: https://www.haber7.com/medya/haber/200192-atilla-yaylayi-satanlara-elestiri
(3) Atatürk Araştırma Merkezi’nin düzenlediği, “İstiklal Mahkemeleri” konulu sempozyuma akademisyenler fazla bir ilgi göstermezler. Nedenini, Atatürk Araştırma Merkezi Başkanı Prof. Dr. Mehmet Ali Beyhan bize aşağıda aktarmaktadır :
“İstiklâl Mahkemeleri, yakın tarihimizin en çok tartışılan konularından birisidir; üzerinden bir asra yakın zaman geçmesine rağmen, Cumhuriyet Tarihi’nin araştırma açısından hala bakir konuları arasında yerini muhafaza etmektedir. Bakir bir konudur çünkü bu mahkemeler üzerine ciddi, önyargısız bir araştırma yapılmamıştır.
Mevcut çalışmalar, daha çok hatıra türü kitaplar veya bu hatıralara dayanılarak kaleme alınan eserlerdir. İstiklâl mahkemeleri pek çok yönüyle tartışılmaktadır; görevlendirilen hâkimlerin kişilikleri, formasyonları, duruşmalar esnasında maznunlara karşı hâkimlik mesleğiyle bağdaşmayacak tutum ve davranışları; sivil veya askeri makamların tamamına emir veriyor olabilmeleri; delile ihtiyaç duymadan karar oluşturmaları, tecziye (cezalandırma) ve terbiye edilmesi gerekenler, muhalif olanlar hakkında delil üretmeleri gibi hususlar, bu mahkemeleri tartışma konusu yapmıştır, yapmaya devam etmektedir…”
Prof. Dr. Mehmet Ali BEYHAN. ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARİH YÜKSEK KURUMU ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ YAYINLARI, (Kaynak : İSTİKLÂL MAHKEMELERİ SEMPOZYUMU. 10-11 ARALIK 2015 / ADIYAMAN)
(4) KORKUSUZ TARİH. Neşe Tüzel’in, Kemal Karpat ile yaptığı söyleşiden alınmıştır. (Prof. Kemal Karpat: Tarihçi, Türk Tarih Kurumu şeref üyesi, 20 ülkede yayımlanmış 130 makalesi ve 16 kitabı bulunmaktadır. Şu anda İstanbul Şehir Üniversitesi Tarih Bölümünde Tarih Profesörü olarak çalışmaktadır… Son olarak 24’te yayınlanan bir programda Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini II.Abdülhamit’in attığını söylemiştir. TBMM Onur Ödülü sahibidir.” Vikipedi)
(5) AVRÛPA BİRLİĞİ SÜRECİNDE DİNÎ KURUMLAR ve DİN EĞİTİMİ. Milletlerarası Tartışmalı ilmî Toplantı. (Konuşmacı: Prof. Dr. Ali KÖSE., M. Ü. İlahiyat Fakültesi)
(6) Bk. Muallimler Birliği Mecmuası, yıl 1. Sayı: 4 s. 149 dan nakleden Ergin; Osman, a. g. e. c. 5, s.1741-1742: Yücel, Hasan Ali, a. g. e. s. 24; ayrıca bk. Ayas, Nevzad, Türkiye Cumhuriyeti bk. Millî Eğitimi, MEB. Ankara, 1948, s. 131-132.
(7) Akseki, a. g. Rapor, Sebilürreşad, c. IV-V. İstanbul 1951, Sayı 100-105; Tanrıöver, Hamdullah Suphi, c. H.P. Yedinci Kurultay Tutanağı, Ankara, 1948, s. 457; Yavuz, Hulusi, Osmanlı Devleti ve İslâm, İz Yayıncılık, İstanbul 1991, s. 204; Fazlurrahman, İslâm ve Çağdaşlık, (Çev. Alparslan Açıkgenç – M. Hayri Kırbaşoğlu), Fecir Yay. Ankara 1990, s. 198; Banguoğlu, Tahsin, Kendimize Geleceğiz, Derya Dağıtım, İstanbul 1984, s. 97; Başgil A Ali Fuat, Din ve Laiklik, İstanbul 1977, s. 18-19.
(8) TÜRKİYE’DE DİN EĞİTİMİ VE LİSELERDE DİN DERSLERİ. Beyza Bilgin. Ankara 1980. s.47.
(Not : 5-6-7-8 sayılı kaynakların için : “AVRUPA BİRLİĞİ SÜRECİNDE DİNİ KURUMLAR ve DİN EĞİTİMİ, Milletlerarası Tartışmalı ilmî Toplantı notlarından.17-19 Kasım 2006/ İstanbul. İstanbul 2007… Milletlerarası Tartışmalı ilmi Toplantılar Dizisi: 12)
(9) LIBERTE CIVILE. Jules Simon. s.325. (Aktaran: “Din ve Laiklik”, Ali Fuat Başgil, Sahife:105) (Bu konuda ayrıca : Yrd. Doç. Melek Çolak / Muğla Üniversitesi – Tarih İnceleme Dergisi’ne bakılabilir : https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/58536)
(10) İSLAM’A KARŞI LAİKLİK. Oliver Roy.