28 Şubat Hikayesi (1)

Hepimizin inandığı ve benim de bilhassa inandığım bir husus var; her olanda bir hayır vardır. Refah Partisi kapatıldıktan ve bizim de yasaklı konuma düşmemizden sonra, o beş yıl devam eden süreç içerisinde, bu süreci nasıl değerlendirebilirim diye, oturdum, uzun uzun düşündüm. 

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesindeki davalar devam ederken, zaman ve fırsat buldukça, yaşadığımız dönemi, özellikle 1983 yılından sonraki siyasî hayatın bir panoramasını, Refah”ın penceresinden, bizden sonrakilere anlatma ihtiyacını duydum ve Refah Gerçeği diye bir kitabı yazmaya başladım 

Birinci cildinde, Refah Partisinin 1983 yılındaki kuruluşundan itibaren 1991 seçimlerine kadar olan süreci anlattım. 

İkincisinde, 1991 yılından 1998″e kadar olan süreci anlattım. Bu süreci anlatırken, özellikle 28 Şubat diye bilinen sürecin o kitabın içerisine sığabileceğini zannettim, öyle düşündüm; fakat, araştırmalar, işi o hale getirdi ki, o sürecin o kitabın içerisine sığması mümkün değildi. Bu durumu görünce ikinci ciltte sadece REFAHYOL”un hizmetlerini anlattım 

Refah Gerçeğinin üçüncü cildi, bu kitap ise o kavgalı dönemin hikâyesini anlatır. Bilhassa 28 Şubat”ta neler oldu, neler bitti; o da bu kitabın içerisinde. 

-Peki efendim malumunuz konumuz 28 Şubat. Uzun bir süredir halkımıza bir şeyler anlatıldı, bu post modern darbe ile çok şey söylendi. Dönemin en yakın tanığı olarak, özellikle de Dönemin Adalet Bakanı olarak sizce 28 Şubat nedir 

Hepinizin bildiği gibi, İstiklal Harbinin arkasından, Meclis Hükümeti, 29 Ekim 1923″te Türkiye Cumhuriyeti Devleti haline geldi, anayasası da 1924″te yapıldı. 

Ancak, bu devlet, İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar hiçbir zaman demokratik bir devlet olamadı. Adı Cumhuriyet; ama, kendisi demokratik değil. 

Neden değil? Bunu tarihçiler yazmış; ben de, basit bir örnek vermek istiyorum. 

1940 yılında okula başladığımdan, ta 1945″e kadar, sınıfa girdiğimizde, kara tahtanın üzerinde iki tane resim asılı olurdu. Birisinin altında “Ebedî şef” yazardı, öbürünün altında “Millî şef” yazardı. Sadece bu iki resim ve iki resim altındaki bu yazı, Türkiye”de bir “Şeflik dönemi”nin, yani, komünizm gibi, faşizm gibi totaliter bir yönetimin idaresi altında yaşadığımızın ifadesiydi. 

İkinci Dünya Savaşından sonra çok farklı bir döneme geçildi. O günden bugüne, demokrasi zaman zaman askerî müdahalelerle askıya alındı. 

Bu müdahalelere hukukî gerekçe olarak, önce, İç Hizmet Talimatını gösterdiler; 1960 ihtilalinden sonra da. İç Hizmet Kanununun 35 inci maddesini gerekçe gösterdiler; yani, cumhuriyeti koruma ve kollama görevi…

Tabiî, bu gerekçeye dayanarak bu hareketi yapanlar, bu kanunun son maddesini hiçbir zaman okumaya ihtiyaç duymadılar. 

Çünkü bu kanunun son maddesinde, her kanunda olduğu gibi, “Bu kanunu Bakanlar Kurulu yürütür” yazıyordu. Yani Bakanlar Kurulunun yürütmesi gereken bir kanunu, askerî güç kendiliğinden uygulamaya koyuyordu.

Bu müdahaleler, bizim tarihimiz de, üç şekilde görülüyor: 

Birincisi, askerî darbe şeklinde görülen müdahaleler. 

-Darbe veya ihtilal dediğimiz bu müdahalelerde, ordu, yönetime el koyuyor. Hükümet de ordu, Meclis de ordu. Ordu Meclisi feshediyor ve kendi bünyesi içerisinde bir yönetim düzenine geçiyor. 27 Mayıs 1960 ihtilali, 12 Eylül ihtilali bunun örnekleridir. 

-Bir ikinci askerî müdahale şekli muhtıra yoluyla olan müdahaledir. Bunun örneği de 12 Mart 1971 müdahalesidir. 

-28 Şubattaki müdahale ise üstü örtülü bir müdahaledir ki, buna çokları, postmodern darbe adını verdiler. Tabiî, bunun nasıl bir harekât olduğunu değerlendirebilmek için 28 Şubat”ın ne olmadığını irdelemekte fayda var 

Bir defa, bu hareket, demokratik bir hareket değildir. Bazıları bu hareketi demokrasi namına yapılmış gibi gösterdiler. Bu harekâtın yüzde 20″nin yüzde 80″e tahakkümünü önlemek amacıyla yapıldığını ifade ettiler. Yani, Refahyol Hükümeti yüzde 20″dir. Bunlar devleti idare ediyor, yüzde 80″e tahakküm etmek istiyor dediler. 

Oysa bunu yapanların kendileri yüzde 20 idi ve yüzde 80″lik bir millet çoğunluğunu karşılarına aldılar. Onun için bu müdahale, demokratik değildir. 

Bu Anayasal bir hareket de değildir. Anayasanın 2. ve 6. maddelerinde, devlet yetkisinin ancak Anayasa tarafından verileceği ifade edilmiş ve de devlete toplumun huzurunu gözetmesi gibi bir mecburiyet yüklemiştir. 28 Şubat hareketi, toplumun huzuru için değil, toplumun huzurunu alt üst etmek için ve yetkiler aşılmak suretiyle, yetki tecavüzleriyle yapılmıştır; onun için, anayasal bir hareket de değildir. 

Bu hareket Cumhuriyeti koruyan bir hareket değildir. Çünkü, ortada cumhuriyete kasteden bir faaliyet, bir kalkışma yok. Cumhuriyete kasteden bir hareket olmayınca, vay efendim, cumhuriyeti korumamız lazım, yıkılmaktan kurtarmamız lazım diye yapılan bir hareketin, cumhuriyeti koruyan bir hareket olduğu söylenir de ispat edilemez. 

28 Şubat bir askerî darbe değildir; bir askerî darbe olabilmesi için, biraz önce ifade ettiğim gibi, Meclisin ve yürütme organının görevden dışlanması lazımdı. 

Bir muhtıra da değildir. Neden değildir; çünkü, 28 Şubatta tartışılan, Millî Güvenlik Kurulu kararıdır. Millî Güvenlik Kurulunda Başbakan vardır, bakanlar vardır. Bakanların ve başbakanların kendi hükümetlerine muhtıra vermesi söz konusu olamaz. 

28 Şubat bütün bunların dışında, üstü örtülü postmodern bir darbedir.

-Peki efendim 28 Şubat kime karşı yapıldı, Yoksa Refah-yol Hükümeti”ne mi? Yoksa Refah Partisi”ne mi 

Asıl planda hedef Refah Partisidir. 

Emekli Korgeneral Nevzat Bölügiray”ın yazmış olduğu 28 Şubat kitabını okuduğumuz zaman, burada, çok enteresan bilgilerle karşı karşıya kalıyoruz. Kitapta deniliyor ki: Orduda komutan konuşur. Komutan Genelkurmay Başkanıdır.

Peki, komutandan başka kimse konuşamaz mı? Diyor ki, komutanın dışında, komutanın yetki verdiği kişiler de konuşabilir; bunun dışında başka kimse konuşamaz. Ve itiraf ediyor: Türkiye”de, askerin hemen hemen her kademesinde, konuşma yetkisi, 1992 yılında İstanbul”da yapılan belediye seçimlerinden sonra, Refah Partisinin bu seçimlerde oyları yüzde 25″e çıkınca, o tarihten itibaren askerî kademinin her kademesinde, kim ne olursa olsun, Refah aleyhine konuşacak. İşte o tarihten sonra, bu prensip terk edildi diyor. 

Demek oluyor ki, daha o tarihten itibaren Refah Partisine karşı bir şeyler yapılması asker kişiler tarafından düşünülmüş. Asıl planda hedef, bu bakımdan, Refah Partisidir; ama, görüntüde, Refahyol Hükümetine karşı yapılmış bir hareket gibi. 

-Peki neler yapıldı efendim? Yani güçlü bir hükümet varken, bu hükümet nasıl zayıflatıldı? 

Refahyol Hükümeti yüzünden şeriat geliyor yaygarası koparıldı. Darbe rivayetleri çıkarıldı. DYP”yi bölme çalışmaları yapıldı. Hükümeti yıkma çalışmaları yapıldı. Bazı milletvekillerimizin, orduda yapılan antidemokratik uygulamalar dolayısıyla Mecliste yaptığı konuşmalar, medya tarafından hemen gündeme getirildi. Refah-ordu gerginliği ihdas edilmek istendi. 

DYP”yi hükümetten ayırmak için DYP üzerinde yoğun baskılar yapıldı 

Çiller”i DYP”nin içerisinde yıpratma konusunda çalışmalar yapıldı. Bizi de hedef aldılar; Adalet Bakanı”nı da istifaya mecbur etmek için çalışmalar yapıldı. DYP”li milletvekillerine baskılar yapıldı. Öyle baskılar yapıldı ki, bilhassa Refah kapatma davası açıldıktan sonra,  

DYP”li milletvekillerine, ya istifa edeceksiniz veya Yassıada”da yerinizi belirleyin diye, Genelkurmaya davet edilmek suretiyle tehditler yapıldı.

Refah Partisini bölme çalışmaları yapıldı. ANAP”ı ikinci parti yapma çalışmaları yapıldı. Refah Partisi”ni kapatma konusunda da birtakım temenniler oldu; ama, hedefte var mıydı yok muydu, bunu biraz aşağıda daha geniş göreceğiz. 

Bütün bu stratejilerle, hedef, Refahyol Hükümetini işbaşından uzaklaştırmaktı. 

-Bütün bu yapılanların amacı neydi sizce? 

Öncelikle, Refahyol Hükümetini düşürmek. İkincisi, Refah Partisinin önlenemeyen yükselişini durdurmak. 

Refah Partisinin 1987″de, arkasından 1989″da, sonra, 1991″de, 1994″te, 1995″te aldığı oy, mütemadiyen yükseliyor. Öyle bir yükselme ki bu, önlenemiyor. Önlenemeyen bu yükseliş nasıl önlenecek? Onlara göre, bu yükselişin, sebepleri başkaydı, bize göre sebepleri başka. 

Bize göre sebepleri, Refah Partisinin, özellikle 1991″den 1995″e kadar olan süreçte, Parlamentoda,  

-gerçekten, müthiş bir muhalefet aksiyonu sergilemesi. 

– İkincisi, yerel yönetimlerde fevkalade başarılı olması. 

-Üçüncüsü, Refahyol Hükümeti kurulduktan sonra, hükümette gösterdiği başarı, Refah”ın yükselmesindeki temel amillerdi. 

Ama, onların defterinde bunlar yok. Onlar, Refah Partisinin yükselmesini, imam-hatip okulları, Kur”an kursları, tarikat faaliyetleri, vakıf ve yurtların faaliyetleri, camiler ve Anadolu sermayesi olarak gördüler; yani, Refah”ın arkasında bu güçler var dediler. 

Bir ara, İmam-Hatip okullarının Refah Partisi”nin arka bahçesi olduğu sözleri de söylendi ve bu söz Erbakan Hocamıza isnat edildi. 

-Erbakan Hoca”İmam-Hatip okulları Refah Partisinin arka bahçesidir” dedi mi? 

Hayır. Erbakan Hocamızın ağzından böyle bir söz çıkmadı. Bu sözü ilk defa kullanan kişi, Milliyet Gazetesi köşe yazarı Yalçın Doğan”dır.

Yalçın Doğan, Refah Partisindeki bu oy yükselişini, İmam-Hatip okullarına bağladı ve “İmam-Hatip okulları Refah Partisinin arka bahçesidir” dedi. Ondan sonra, Mesut Yılmaz, arka bahçe tabirini kullandı; sonra da, Bülent Ecevit. 

Bu yükseliş, Refah”a karşı olanları endişeye sevk etti; çünkü, TÜSİAD, Ekim-Kasım 1996″da bir araştırma yaptırdı. Bu araştırma neticesinde ki, bunun neticeleri, 28 Şubattan sonra Milliyet Gazetesinde rapor şeklinde çıktı ve aynı şekilde Genelkurmay tarafından kitapçık haline getirildi ve Harp Akademilerinden Millî Görüş”ün yükselişi şeklinde, bir irtica tehlikesi olarak belirlendi.

Bu grafikler, 1983″ten 1996″ya gelinceye kadar, önce ne kadar imam-hatip okulu varmış; ne olmuş; ne kadar talebesi varmış, ne kadar olmuş? Ne kadar Kur”an kursu varmış, daha sonra, ne kadar olmuş? Ne kadar öğrencisi varmış, ne kadar olmuş? Vakıf ve yurtlar ne kadarmış, ne kadar olmuş? 1983″te ne kadar cami varmış, 1995″e gelinceye kadar ne kadar olmuş? Bizim “Anadolu sermayesi”, onların “yeşil sermaye” dediği sermaye, Anadolu”da nasıl gelişmiş, sene sene gelişmesi nasıl olmuş? 

Bütün bunları grafikler halinde belirlemişler. 

Ondan sonra da, Refah Partisinin yükselişine gelmişler. Refah Partisi 1984″te ne oy almış, 1987″de ne oy almış, 1989″da ne oy almış, 1991″de ne oy almış, 1994″te ne oy almış; onu da grafik haline getirmişler; bir de bakmışlar ki, bütün çizgiler birbirine paralel gidiyor. 

Refah”ın çizgisini devam ettiriyorlar; 2000 yılında Refah”ın oyunun yüzde 35, 2005 yılında ise yüzde 66, 9 olacağını tespit ediyorlar. Refah”ın oyu yüzde 35 olunca tek başına iktidara gelecek, hele bir de yüzde 66, 9 olursa, öyle bir gelecek ki, ne Cumhuriyet kalacak ne bilmem ne kalacak? Onların kafası böyle çalışıyor. 

Ne yapalım diye çare düşünüyorlar. Refah Partisinin tek başına iktidara gelmesini önleme düşüncesi, işte, 28 Şubatın amaçlarından bir tanesi. 

Tabiî, bunun gerçekleşmesi için de ne yapmak lazım; Refah”ın kaynaklarını kurutmak lazım. Nedir bu kaynaklar; İmam-Hatip Okulları, Kur”an Kursları, tarikat faaliyetleri, vakıflar, yurtlar, camiler, Anadolu sermayesi… Bu kaynaklar kurutulacak ve böylece, Refah”ın yükselişi önlenecek. 

Hatırlayın lütfen 3 Kasım 2002 seçimlerini. Biliyorsunuz, AKP kazandı ama AKP, o seçimde, açıktan açığa ben Millî Görüşçü değilim demedi. Millet AKP”yi Milli Görüş zannetti! Şimdi, AKP”nin o gün aldığı oy ile, Saadet Partisinin aldığı oyu toplayın, yüzde 35. Yani, TÜSİAD”ın yaptırmış olduğu bu hesaplar, gerçek bir araştırmayı ifade ediyor. 

-28 Şubat harekatı nasıl başladı, 28 Şubat”ın gelişimi nasıl oldu? 

Bu dönemin bir özelliği daha var. Bu dönemde, Parlamentoda iktidara muhalefet var, sivil toplumda yok; ama, “bir askerî yetkili” diye bir muhalefet çıkıyor ortaya. 

Biz iktidara geldikten üç beş gün sonra başladı! Bir askerî yetkili dedi ki… 

Hiçbir hükümet zamanında böyle “bir askerî yetkili muhalefeti” diye bir muhalefet biçimi ve şekli yok. 

Harekât nasıl gelişti? Kitapta, tarihleri itibariyle bir sıralama yapmıştım. 

-Önce TÜSİAD araştırması… TÜSİAD, bu araştırmaları Kasım 1996″da yaptırdı; arz ettiğim neticeler görüldü. 1996 yılının Ocak ayında, TÜSİAD”ın bir raporu, özellikle güneydoğu yönleri itibariyle çok tartışıldı, çok gürültü kopardı. 

-Aslında, gürültü koparan tarafı biraz önce açıkladığım TÜSİAD raporundaki tespitlerdi. 

-TÜSİAD”ın bu raporundan sonra, 11 Aralık 1996″da TÜSİAD”ın Atina toplantısını görüyoruz. 

-TÜSİAD, her yıl, aralık ayının son toplantısını Ankara”da yapar. O yıl da aynı şekilde Ankara”da yapacaktı, hazırlıklar o istikamette gidiyordu; ama, birdenbire, TÜSİAD”ın, Ankara toplantısını iptal ettiği haberi geldi. 

-Biz, TÜSİAD bu toplantıyı Ankara”da yapmadı, herhalde bu ay toplantı yapmayacak diye düşündük; ama, araştırdığımız zaman bir de gördük ki, TÜSİAD, bu toplantıyı 11 Aralık tarihinde Atina”da yapmış ve Atina”da, Türk-Yunan İşadamları Konseyi toplantısı şeklinde kamufle etmiş. 

Bu toplantıya Türk-İş Başkanı katılmış, DİSK Başkanı katılmış, TESK Başkanı katılmış, TOBB üyeleri katılmış, Aydın Doğan, Dinç Bilgin katılmış.

-Peki efendim neden bu değişiklik? TÜSİAD, neden Ankara”da değil de Atina”da toplandı? Neler konuşuldu orada? 

-Atina”da yapılan bu toplantı, Atina”daki Amerikan Büyükelçiliğinde yapılıyor. İşin en enteresan tarafı bu. Sabah kahvaltısı yapıyorlar. Orada, enine boyuna görüşmeler yapıyorlar. Ben, o toplantıya, o tarihlerde tedavi olmak üzere yurtdışına çıkan Güven Erkaya”nın da katıldığını düşünüyorum. 

-11 Aralık Atina toplantısı, daha sonraki tarihlerde REFAHYOL Hükümeti”ne karşı neler yapılacağını, hangi stratejilerin uygulanacağını hazırlayan bir toplantı. 

-Çok enteresan, bakın 11 Aralık 1996 tarihinden, 22 Aralık 1996 tarihine kadar, onbir gün, Hürriyet”in, Milliyet”in ve Sabah”ın tam sayfa ilanlarını görüyorsunuz. Sayfanın başında, bir gün, Üniversite öğrencilerine sesleniyor. Bir başka gün,  

-“Meclis başka Meclis olacak” diyor. Bir başka gün,  

-“Hükümet başka bir hükümet olacak” diyor… 

Tam onbir gün üçünde de aynı şekilde devam ediyor bu ilanlar. Bu ilanların son cümlelerinde, “Benim radyom var, dinliyorum; benim televizyonum var, izliyorum; benim gazetem var, okuyorum” deniliyor. 

-Yani, halkı, Refahyol Hükümetine karşı başlatılacak olan bir harekete, duyarlı hale getirmeye çalışıyorlar,  

-yani, medyanın sesine kulak ver; bunun bir açıdan manası bu. Sonradan, bu ilanların Milliyet Gazetesi”nin ilan bürosu tarafından hazırlandığını bir yerde gördüm; onu da kitaba yazdım. 

Bu ilanların arkasından, 22 Aralık tarihinde, Hürriyet Gazetesinde Ertuğrul Özkök”ün bir köşe yazısı var. 

Başlığı “Bu defa, silahsız kuvvetler halletsin”. Bir komutan böyle bir açıklama yapmış. Bu komutan, 28 Şubat harekâtının stratejilerini uygulayan Güven Erkaya. O gün o komutanın Güven Erkaya olduğu belirtilmedi ama, daha sonra Güven Erkaya”nın Taner Baytok”la söyleşisi bir kitap haline getirildi. Kitapta bu açıklamanın kendisi tarafından yapıldığını itiraf ediyor.

22 Aralıkta bu gazetede çıkan bu yazının arkasından… 1 Ocak tarihinden itibaren, demin bahsetmiş olduğum stratejiler teker teker uygulamaya konuldu. 

-Efendim Ocak dedik. Bu tarihlere baktığımızda yine çok konuşulan iftar yemeği var. Bu konu hakkında neler söyleyeceksiniz? 

1 Ocak 1997″den sonra, tarikat olaylarına el atıldı. Bu tarikat olaylarında kullanılan kişinin adı Sisi. 

Bu tarikat komplolarında JİTEM tarafından görevlendiriliyor, JİTEM”in bir mecmuası varmış. Bu mecmuada bir görev verilmiş kendisine. Orada görevli gözükerek, bu olayları planlıyor 

11 Ocak tarihinde Başbakanlık iftarı… 

Çok enteresandır, Hulki Cevizoğlu”nun, Salim Dervişoğlu”yla yaptığı bir söyleşi esnasında, birdenbire telefonla o dönemin meşhur Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak devreye giriyor. 

-Hulki Cevizoğlu, kendisine “Bu 28 Şubat ne zaman başladı” diye soruyor; o da “28 Şubatın başlama tarihi 11 Ocak 1997″dir. 

-O gün, biz, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel”i acele Genelkurmaya çağırdık, oturduk, konuştuk, büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız dedik” diyor. 

-Şimdi, ben, deftere bakıyorum, Başbakanlık iftarı 11 Ocak 1997″de; iftar akşam verilmiş. Akşam verilen bu iftar, nasıl oluyor da gündüz, daha iftar verilmeden Genelkurmayı bu kadar tedirgin ediyor. 

-Tabiî, arşivleri karıştırdığımız zaman, 11 Ocak tarihli Sabah, Hürriyet ve Milliyet gazetelerine baktığımız zaman,  

-“Tarikat şeyhlerine iftar” diye koca bir manşet ve ne kadar tarikat şeyhi varsa, hepsinin listesi..! Başbakanlıktan yapılan bir davetle oldu bu iftar. Bu tarikat şeyhlerinin isimlerini bu gazetelere kim verdi, nasıl verdi, ne şekilde verdi, nasıl oldu da ortalık gerildi 

-Halbuki, Başbakanlık iftarında, Diyanet İşleri Başkanı, Başkanlık mensupları, Diyanet Vakfı Başkanı, Diyanet Vakfının yöneticileri, İlahiyat Fakültesi dekanları, ilahiyat fakültesi öğretim üyeleri vardı. 

-Bir de, ilim adamlarından tanıdığımız bazı kişiler davetliydi. Ama 11 Ocak tarihli gazetelerde hava böyle oluşturulmuş. Öyle bir listeyi bu gazetelere kim verdi? Bu, gerçekten, araştırılması gereken bir durum. 

-Bizim içimizden bir arkadaş da vermiş olabilir; MİT”in raporlarından da çıkarılmış, verilmiş olabilir. İşte, 11 Ocak tarihindeki bu gazete manşetleri, daha iftar verilmeden, Genelkurmayda, bu hükümete karşı mutlaka bir şeyler yapılmalıdır diye bir toplantıya vesile olmuş ve Genelkurmaya çağrılmış Demirel. 

23 Ocak tarihinde, komutanlar, Gölcük”te, Donanma Komutanlığı Merkezinde bir toplantı yaptılar. Bütün kuvvet komutanları orada. Efendim, harp oyunları üzerinde bir toplantı yaptık diye geçiştirdiler; ama, hayır, konu, harp oyunları üzerinde değildi. Hem uygulanan stratejiler neticesinde gelinen durumu değerlendirdiler, hem de TÜSİAD raporunun biraz önce belirttiğim yanlarını görüştüler. 

-Arkadan, bildiğiniz gibi, 4 Şubatta tanklar yürüdü Sincan”da. 

-Böylece ihtilal yapılacakmış havası verildi millete. 14 Şubat 1997″de, sivil toplum kuruluşları yavaş yavaş sahneye sürülmeye başlandılar. 

-Atatürkçü Düşünce Derneği başta olmak üzere bazı derneklerin başkanlarını Genelkurmaya davet etmek suretiyle, faaliyetlerinizi daha hızlandırın, yoğunlaştırın diye teşvikte bulunuldu 

-20 Şubat”ta Çevik Bir, Amerika Birleşik Devletleri”ne neden gitti 

-Asıl maksadı, bir darbe için oradan izin almaktı; ama, orada yapılan görüşmeler, darbeye izin vermedi, ordu geride dursun; ama, önden sivil hareket şeklinde olsun tarzında talimat verildi.

-24 Şubatta Güven Erkaya açıklamasını yaptı “irtica, PKK”dan daha tehlikelidir” dedi ve irticanın, birinci tehdit olduğu açıklandı. Antiparantez şunu ifade etmek istiyorum, Nevzat Bölügiray”ın kitabında açık seçik görüyoruz. 

-Bu Millî Güvenlik Siyaset belgelerini kim hazırlıyor? Bunları hazırlayan kişiler, Genelkurmaydan 3 General, Dışişleri Bakanlığı”ndan 3 diplomat. Bunlar bir araya geliyorlar, oturuyorlar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nin Millî Güvenlik Siyaset Belgeleri”ni hazırlıyorlar. 

-Bunların hazırlanmasında asla sivillere güvenilmez diye de, Bölügiray, açık seçik yazıyor. Güven Erkaya “Birinci tehdit irticadır” sözünü söylemek konusunda neden kendisini yetkili kabul ediyor; çünkü bu askerlerden bir tanesi… 

-28 Şubat 1997 Millî Güvenlik Kurulu toplantısında neler oldu? 

-Millî Güvenlik Kurulu toplantısına geçmeden önce, Refah Gerçeği kitabımda Refahyol Hükümetine karşı yürütülen muhalefeti ben ikiye ayırıyorum. 

Bir, ilk altı aylık muhalefet dönemi; iki, ikinci altı aylık muhalefet dönemi. İlk altı aylık muhalefet döneminde bizim karşımızdaki muhalefet görüntüleri tamamen klasik muhalefet görüntüleridir. 

-Efendim, Libya”da şöyle olmuş, İran”da böyle olmuş, şurada şunu demiş, burada bunu demiş… 

Bunlar o kadar büyütülecek meseleler değil. Bunlar, klasik muhalefet. Ama, 1 Ocak 1997″den hükümetin istifa tarihine kadar yürütülen muhalefet ise başka. Tamamen organize bir muhalefet. 

-İşte, bu organize muhalefetin adının, daha sonradan BÇG olduğu görüldü. 5 Mayısa kadar, biz, BÇG diye bir kuruluşun farkından değildik. 

-5 Mayısta, daha sonra da, Sarmusak davasıyla gündeme gelen istihbarat raporu, işte BÇG raporu denilen rapor bu rapor. Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Bülent Orakoğlu tarafından elde ediliyor. 

-Deniz onbaşısı Kadir Sarmusak”ın vasıtasıyla, o da İçişleri Bakanı Meral Akşener”e veriyor. Meral Akşener, aynı zamanda, Kocaeli milletvekili. Bana devamlı “ağabey” diye hitap eder.. 

-Beni telefonla aradı ve “Acele görüşelim ağabey, çok önemli bir konu var” dedi ve biz bir araya geldik. Çevik Bir imzalı genelgeyi o zaman gördüm. 

-Bu genelgenin, mutlaka Başbakana ve Başbakan Yardımcısına iletilmesi lazım. O, bir fotokopisini Tansu Çiller”e götürdü; ben Erbakan Hocama götürdüm. Görüşmeler neticesinde, Erbakan Hoca, bunu Cumhurbaşkanına intikal ettirmenin uygun olacağını söyledi. 

– Gerçekten, kendisi, bunu bir Perşembe ziyaretinde, Cumhurbaşkanına iletti. Cumhurbaşkanı da, kendisine “Sayın Erbakan, Genelkurmay Başkanı, siz ve ben, üçümüz bir araya geliriz, bu konuyu, birlikte müzakere ederiz, görüşürüz” demiş; ama, demekle kaldı; çünkü, bir daha bu konuyla hiç ilgilenmedi. 

-O gergin ortamda, Erbakan Hocam, kendisine, ne oluyor ne bitiyor diye sordu mu sormadı mı, pek bilmiyorum. 

Devam edecek…. 

Resim;Haber7’den alıntıdır. 

Kaynak; Haber5, Selim Akduman`ın Sayın Şevket Kazan ile röportajı 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Anti-Spam Quiz:

*