Batı, İslam Dünyası’nı parçalayıp yeniden yapılandırırken, İran’da Rıza Şah üzerinden asrın soygununu gerçekleştirir. Yaklaşık 100 yıl evvel, şeytana parmak ısırtacak “Büyük Oyun”u, diğer adı ile “İslam Dünyasının Nasıl Yeniden Yapılandırıldığının” açıklanmasının zamanı gelmiş olmalıdır.
İddiaların tamamı, taraflara ait belgelere dayandırılmaktadır. İçerikte, tarafımızca yapılmış ek veya bir yorum bulunmamaktadır.
…
Başlamadan önce, ABD – İran “Nükleer Sataşması”ndaki samimiyetsizliği not düşelim :
“ABD Kongresi tarafından hazırlanan raporda, İran’ın askeri alımlarının ‘Dünyada birinci sırada yer aldığı’ tahmin edilmekteydi. (*) Sanki bu kadarı yetmezmiş gibi, Şah 1978’de, 12 milyar dolarlık bir silah siparişi daha verdi. Bunlar İran’ı, Basra Körfezi’nde olduğu kadar Hint Okyanusu’nda da güçlendirecek 160 adet F16, 80 adet F14, 209 adet F4, 3 destroyer ve 10 nükleer denizaltıydı.
Ayrıca Batı Avrupalılarla nükleer tesis için sözleşmeler yapmıştı. Kongre raporu şunları dile getiriyordu : (**)
İran’ın askeri harcamaları Avustralya, Endonezya, Pakistan, Güney Afrika ve Hindistan dahil, Hint Okyanusu’nun en güçlü devletlerini geride bıraktı. Şah aynı zamanda, 1996 yılına kadar 20 nükleer reaktör inşa etmek için yaklaşık 33 milyar dolar harcamayı planlıyordu. Eğer bunlar Alman, Fransız ve Amerikan yardımıyla inşa edilirse, İran, Hint Okyanusu bölgesinin en büyük nükleer enerji üreticisi durumuna gelecekti. (***)
**
Ve Başlıyor…
Birinci Dünya Savaşı öncesinde, İran’ın siyasi idaresini yıprattıktan sonra, petrolünü sömürmeye başlayan İngiltere, savaş sonrasında da aynı durumun devam etmesi için siyasi oyunlara başvurmuştur. İran tarihinde “siyah darbe” olarak bilinen ve Kaçar (hanedanı) iktidarının sonunu getiren askeri darbe ile Rıza Han’ı iktidara getirerek, nüfuzunun devamını sağlamıştır. Darbe için bu Kazak subayını (Rıza Han) emellerinin icracısı olarak tespit etmiş, daha önce temasta bulunduğu Ziyaeddin ile bir araya getirterek darbeyi gerçekleştirmiştir. Darbe sürecinde İran’da görevli bulunan İngiliz subay, elçi ve konsoloslar gayet gizli davranarak askerlere ve darbenin diğer figüranlarına para dağıtmışlardır.
Darbe sonrasında, İngiliz elçi Loraine’den İran tahtını isteyen Rıza Han, emeline ulaştıktan sonra İran’ı İngiltere adına yönetmeye başlamıştır. (****)
* * *
Mustafa Kemal Paşa, Pera Palas’ta, Muhabir G. Ward Price ile…
…Mustafa Kemal, İngilizlerin ağzını dolaylı yoldan aratmaya karar verdi ve aracılığa, tanınmış bir gazeteci olan Daily Mail gazetesinin muhabiri G. Ward Price’yi seçti. Pera Palas otelinin müdürüyle haber göndererek, gazeteciyi karşılıklı kahve içmeğe çağırdı. Mr. Ward da, Genelkurmay’ın entelicans servisindeki albaya danıştıktan sonra daveti kabul etti. Kemal onu üniformasiyle değil de, sırtında jaketatay ve başında fesle karşıladı. Yanında arkadaşı Refet Bey vardı. İngiliz gazetecisi Mustafa Kemal’i yakışıklı ve erkek tipli buldu. Kemal’in, el ve kollarını fazla hareket ettirmeden, kendine hakim bir tavırla ve yavaş, açık ve kesin bir sesle konuşması dikkatini çekti.
Kemal, gazeteciye memleketinin savaşa yanlış safta katılmış olduğunu itiraf etti. Türklerin İngilizlerle hiç çatışmamaları gerekirdi. Bunu, sırf Enver’in baskısıyla yapmışlardı.
Savaşı kaybetmişlerdi. Bu onlara çok pahalıya mal olmaktaydı. Anadolu parçalara bölünecekti. Kemal, Fransızların memleket içine sokulmasına karşı idi. Halk belki bir İngiliz yönetimini daha az güçlükle hazmedebilirdi.
“Eğer İngilizler, Anadolu’da sorumluluğu üzerlerine almak niyetinde iseler, tecrübeli Türk idarecilerine ihtiyaçları olacaktır” dedi. “Bu sıfatla yardımımı arzedebileceğim bir makamla temasa geçmek isterdim.”
Ward Price, gizli servisteki albaya bu konuşmayı anlattı, .Albay bunun üzerinde durmayarak, “çok geçmeden iş isteyen daha bir sürü Türk generali çıkacak” dedi. (*****)
* * *
İran Petrolünü millileştirdiği için İngiltere-ABD tarafından, üstelik de alenen (1953’de) yalan beyanlarla yapılan bir darbe ile iktidardan uzaklaştırılan İran Başbakanı Musaddık’ın başına gelmeyen bir bela kalmaz.
Başbakan Musaddık, Meclis’te yapılacak referandum öncesi konuşmaktadır :
“Bu konuda hüküm verecek olan ancak ve ancak İran halkıdır, başka hiç kimse değil. Çünkü temel yasalarımızı, anayasamızı, parlamentomuzu ve kabine sistemimizi var eden halktır. Unutmamalıyız ki yasalar insanlar için çıkartılmıştır, insanlar yasalar için değil. Ulus kendi görüşlerini dile getirme hakkına sahiptir, dilerse yasaları da değiştirir. Demokratik ve anayasal bir ülkede egemenlik, ulusundur.” (1)
Gerçeğinde uluslar, ülkelerinin yönetimi (ülkenin ve halkın çıkarı) için diledikleri yasaları çıkartabiliyorlar mı ?
“Egemenlik Ulusundur” ifadesi, uygulamada bir karşılık bulmakta mıdır ?
* * *
“Atatürk’e göre, …milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar yok olur. Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar.” (2)
Bu noktada İngiliz İstihbarat Subayı H.C. Armstrong’un, 1932 yılında yazdığı ve M.Kemal Paşa’nın sağlığında okuduğu, “Bozkurt” kitabına göz atıyoruz :
“…Ankara’da Meclis toplanmış, mebuslar pür-hiddet bakışıyorlardı. Bu İstanbul Hükümeti de neydi? Türkiye’yi kurtarmak için ne yapmıştı? O modası geçmiş yaşlı budala, Sadrazam Tevfik Paşa, çağrıyı imzalama hakkını nereden almıştı ? O ve tüm kabinesi köpeklerden, düşmüş insanlardan, vatan hainlerinden ve İstanbul’daki dalkavuk padişahın çanak yalayıcılarından oluşuyordu. Türkiye’de yalnızca bir tek hükümet vardı, o da kendilerinin Büyük Millet Meclisi hükümetiydi.
Mustafa Kemal, zamanın geldiğini, hemen harekete geçmesi gerektiğini, aksi takdirde hiçbir zaman başaramayacağını anladı. Mebusları, Vahdettin’i yurtdışına sürmeye, hatta belki Saltanat’ı kaldırmaya ikna edebileceğini gördü. Hilafete saldırma riskini göze almayacaktı : Bu, en yoksul köylüye varıncaya değin, tüm halkın dinsel duygularını incitebilirdi ve bu konuda destek bulacağını da hiçbir şekilde sanmıyordu.
Bütün mebusların öfkeli çığlıklar atarak tartıştıkları bir sırada, Meclis’teki hengâmenin ortasında Mustafa Kemal içeri girdi ve Meclis’ten kendisini dinlemesini istedi; Saltanat’la Hilâfet’in birbirinden ayrılmasını ve saltanatın ilga edilerek Vahdettin’in yurtdışına sürülmesini teklif etti.
Bütün öfkesine rağmen Meclis, son derece hayati bir karara doğru sürüklendiğini anladı. Mebusların heyecanı bir anda söndü, teklifi tartışmaya başladılar.
Mustafa Kemal, elindeki kartlarının bir kısmını göstermişti. Henüz başarısızlığı kaldırabilecek kadar güçlü değildi. Kişisel taraftarlarından seksen kişinin de desteğiyle, derhal bir oylama yapılmasında ısrar etti. Meclis, teklifi Adalet Komisyonu’na havale etti.
…Komisyon, teklifin karşısındaydı. Bir üyesi bile teklifin lehine konuşmamıştı. Kaybedecekti.
Ne ki, daha ilk rauntta kaybetmeyi göze alamazdı. Önemsiz şeyler hakkında yapılan bu amaçsız, sonu gelmez tartışma onu kızdırmıştı. Sinirleri iyice bozulmaya başladı. Bu malumatfuruş (bilgiçlik taslayan) budalalar sürüsü, ölü bir kurumun yozlaşmış yapısını destekleyecek materyal bulmak için kelimelerle oynarken; Gazi, egemen olarak kendisi, bütün gün oturup bekleyecek miydi?
Ansızın bütün kontrolünü kaybetti. Öfkeden titreyerek, homurdanarak bir masanın üzerine sıçradı ve toplantıyı durdurdu.
– ”Efendiler, Osmanlı Sultanı egemenliği halktan zorla almıştır” dedi, “ve halk şimdi zorda onu geriye alıyor. Saltanat, Hilâfet’ten ayrılmalı ve kaldırılmalıdır. Bu görüşe katılır ya da katılmazsınız, bu sizin bileceğiniz iş. Ama ne olursa olsun bu gerçekleşecektir, bu arada bazılarının kafaları kesilse dahi.”
Diktatör emirlerini vermişti. Saygıdeğer başkan ayağa kalktı ve konuştu :
– “Efendiler” dedi, “Gazi, bize meseleyi bizim ele aldığımızdan çok farklı bir bakış açısından izah etti.”
Mebuslar tehlikeden kurtulmak için aceleden birbirlerini ite-kaka Meclis’e bu önerinin yasalaştırılmasını tavsiye etmeye koştular; Saltanat, kesinlikle Hilâfet’ten ayrılmalıydı; Saltanat’ın kesinlikle ilga edilmesi ve Vahdettin’in ülkeden çıkarılması şarttı. Uzun giysilerinin eteklerini kavuşturarak, bu zincirsiz bozkurt üzerlerine atlamadan önce savuşabilmek için kaçıştılar.
Meclis, tasarıyı görüşmek için hemen oturuma geçti. Tartışmaya başladılar. Mustafa Kemal, Meclis’in genel havasının kendisine karşı olduğunu anlamıştı. Bir an evvel oylamaya geçilmesini sağlamalıydı. Her ne pahasına olursa olsun kazanması şarttı. Kişisel taraftarlarını toplantı salonunun bir tarafına topladı ve derhal açık oylamaya geçilmesini istedi.
Kimi mebuslar tasarının ad okunarak oylanmasını talep etti. Mustafa Kemal buna karşı çıktı. Taraftarları silahlıydı; içlerinden bazıları her şeyi yapabilecek karakterdeydi, emir alırlarsa silahlarını hiç duraksamadan kullanacakları kesindi.
“Meclis’in oybirliğiyle kabul edeceğinden eminim” dedi. Sesinden bir tür tehdit seziliyordu ve taraftarları da ellerini bellerine atmışlardı.
-“Ellerin kaldırılması yeterlidir.” Başkan, bir gözü Mustafa Kemal’de, tasarıyı oylamaya koydu. Birkaç el yükseldi. “Oybirliğiyle kabul edildi” dedi Başkan.
Bir düzine kadar mebus protesto etmek için sıraların üstüne fırladılar :
-“Bu doğru değil, ben karşıyım!”. Diğerleriyse, “Otur yerine! Kes sesini! Domuz!” diye bağırıp ıslık çaldılar, birbirlerine sövüp saydılar.
Tam bir velvele çıkmıştı. Mustafa Kemal’den gelen işaret üzerine, Başkan, bütün bu gürültüyü bastırmak için bağırarak karanı tekrar etti :
–“Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin oybirliğiyle aldığı karar sonucu, Saltanat ilga edilmiştir” diyerek oturumu kapattı. Mustafa Kemal, taraftarlarıyla çevrilmiş olarak Meclis’ten ayrıldı.” (3)
….
Türkiye ve İran’ın, yaklaşık yüzyıl evvel yaşadıkları (birbirinin kopyası demeyelim de), birbirine çok benzeyen siyasi gelişmeleri açıklamaya başlayalım :
Alıntı 1 : Modern İran Tarihi, Sahife: 114-115.
Aşağıda anlatılanlar İran’da gerçekleşmiştir :
“…Coğrafya Komisyonu bütün Arapça, Türkçe ve Ermenice isimleri silip atmanın pek kullanışlı olmayacağına karar verene kadar, 107 yerin adı degişmişti. (4)
Arabistan artık Huzistan’dı; Sultanabat’ın yerini Arak; Bampur’un yerini İranşehr almıştı. Ayrıca pek çok yere Şah’ı çağrıştıran isimler verildi : Enzeli nin adı Pehlevi’ye, Urmiye’ninki Rızaiye’ye çevrildi, Aliabad yerine Şahi, Salinas yerine de Şahpur gelmişti. Tabelalarda, mağaza önlerinde, işyerlerinin antetli kâğıtlarında, hatta kartvizitlerde bile yalnızca Farsça kullanılması hükme bağlandı.
Bu arada Kültür Akademisi idari terimleri de Farsçalaştırdı. Örneğin, vilayet artık İstan, vali bundan böyle İstandar olmuştu, polis anlamına gelen Nizamiye terimi, Şehrban; subay karşılığında kullanılan sahib-i mansıb artık, Avşar ve ordu demek olan Koşun da, tümüyle uydurma bir sözcük olan Arteş diye değiştirildi. Bütün askerlik rütbelerine başka adlar verildi. Kran olan para biriminin yerini Riyal aldı. Bazı aşırı özleşme yanlıları, Arap harflerini de değiştirmeyi umut ediyorlardı; fakat bu pek kullanışlı olmayacaktı.
Bu arada Kültürel Varlıkları Koruma Derneği tarafından bir devlet müzesi, devlet kütüphanesi ve birçok anıtmezar inşa edildi. Şah da doğum yeri olan ve adı Firdevs olarak değiştirilen Tus şehrinde, Firdevsi anısına yapılan anıtmezarın açılış töreni için yüksek dereceli memurlarının başına geçti. Kimileri rejim tarafından yakındaki İmam Rıza Türbesi’ne rakip bir hac yeri yaratılmaya çalıştığından kuşkulanmıştı. Bu anıtmezarlara defnedilecek ölüler gömüldükleri yerden çıkarılınca, bu ulusal figürlerin “gerçek Aryen” olduklarını bütün dünyaya kanıtlamak amacıyla dernek, kafataslarını özenle ölçmeye başladı. Anıtmezarlar eski İran mimarisinin izlerini taşıyan motifler de içeriyordu. Derneğin kurucuları arasında Takizade, Timurtaş, Müşirü’d-Devle, Mustavfi’l-Memalik ve Firuz Fermanferma gibi seçkin kimseler de vardı. (5)
Siyasete yalnızca tarih ve edebiyat değil mimarlık, arkeoloji, hatta ölüler bile karıştırılmıştı. Rıza Şah açısından yargı sistemini genişletmek de eşit ölçüde önemliydi, ikisi de Avrupa da öğrenim görmüş avukatlar olan Daver ile Piruz Fermanferma’ya, yeni Adalet Bakanlığı’nı kurma görevi verildi, ancak göreve pek çok yanlış yaparak başladılar. Gayrı resmi aşiret ve lonca mahkemeleri gibi şeriat mahkemeleri de dahil olmak üzere geleneksel mahkemelerin yerine, yeni resmi adli yapı getirmişlerdi. Bu yeni yapılanmanın belirgin bir hiyerarşisi vardı; sırasıyla yerel, idari bölge, belediye ve vilayet mahkemeleri ve en tepede de yüce mahkeme bulunuyordu. Evlilik ve boşanma belgeleri de dahil bütün yasal belgeleri kayda geçirme yetkisini din adamlarından alıp, devletin tayin ettiği noterlere aktarmışlardı. Hukukçuların ya hukuk fakültesi mezunu olmalarını ya da kendilerini yeni hukuk sistemi içerisinde yeniden yetiştirmelerini şart koştular. Napoleon’un, isviçre’nin ve İtalya’nın hukuk kurallarını örnek alan yasalar çıkardılar“. (6)
* * *
Anlatılanlar Türkiye’de gerçekleşmiştir :
Alıntı 2: “Atatürk’ün Uşağı’nın Gizli Defteri”, Cemal Granda.
AMERİKALI GAZETECİ
Ankara Palas Oteli salonları sık sık büyük balolara sahne olur ve bunların bazılarında şeref konuğu olarak Atatürk de çağrılı bulunurdu. Bir gece yine böyle büyük balolardan biri veriliyordu. Kızılay eliyle düzenlenen baloda Atatürk dans ederken, elinde viski kadehiyle dolaşan uzun boylu bir adama yaklaştı. Duruşundan bir yabancı olduğu anlaşılıyordu.
Atatürk, yanında bulunan Tevfik Rüştü Aras’a :
– “Bu mösyö kimdir ?” diye sordu. Tevfik Rüştü Aras da :
– “Paşam, Amerikan gazetecisidir” deyince, tanıştırılmasını istedi. Tanıştırıldılar. Atatürk’le yabancı gazeteci arasında Fransızca olarak şu konuşma geçti :
Önce konuk Amerikalıya :
– “Hangi ırktansınız ?” diye sordu.
– “Amerikalıyım” cevabını alınca da :
– “Hayır, siz Amerikalı değil, Türksünüz.” diye karşılıkta bulundu.
Amerikalı önce şaşırmıştı. Aralarına bir anlaşmazlık olduğunu sanarak yine ilk sözünde diretince, Atatürk :
– “Kristof Kolomb’tan elli yıl evvel, Türkler Amerika’yı keşfetmişler.” diye başladı anlatmağa. Amerikalı can kulağiyle dinliyordu.
Atatürk, buna örnek olarak müzelerimizde ceylan derisinden yapılmış haritaların bulunduğunu, Amerika’ya giderken rastlanan Kayık Adalarının Türkçe olduğunu, Türkçede kayığa sandal da dendiğini, Kanarya Adalarının adının (Kanari) olarak yazıldığını, Kanari’nin bizim Türkçede Kanarya olduğunu anlattıktan sonra, Amerikalıya :
-“Siz Amerikalılar Orta Asya’dan hicret ettiniz. Olsanız olsanız Türk olabilirsiniz.” diye sözlerini bitirdi.
KAFA ÖLÇÜSÜ
Şapka Devrimi’nden sonra, fes bir kenara atılmış; herkes şapka giymeğe başlamıştı. Şapkayla beraber, bunu giyecek olanların kafa ölçüleri de ortaya çıkmıştı .
1930 yılında Ankara’dayız, o zamanın Millî Eğitim Bakanı olan Dr. Reşit Galip, elindeki bir makineyle herkesin kafatasını ölçüyor. Dolikosefal mi, Brakisefal mi ?
Yani biz hizmetkârların konuşmalarına göre, “hayvan mı, yoksa insan mı ?”. Hatırımda kaldığına göre, 77-79 gelen kafalar dolikosefal, 81’den ileri olanlar da Fordman Brakisefal…
Atatürk’ün başı ölçüldü ve 81 geldi. Odadakiler sıraya girmişler, başlarının ölçülmesini bekliyorlar. Atatürk, Reşit Galip’e :
–“Çelebi’ninkini ölç…” dedi. Öbürlerinden önce başım ölçüldü, 81 çıktı. Sevinmeğe başlamıştım ki, Atatürk :
– “Olmaz! O hayvan kafasıdır. Bir yanlışlık olmasın…” dedi.
Nerdeyse ağlıyacaktım. Alındığımı anlayınca gülmeğe başladı. Tekrar dalıma basarak :
– “Baksana Çelebi’nin kafasına… O melon kafanın benimkiyle ilgisi var mı ?” dedi.
…
“General” ismi Türkçe değildir.
1934 yılında Perapalas Oteli’nde bir balo verilmektedir.
“Sabahın dördüne doğru. Perapalas salonları tam mânasıyla neşeyle dolup taşıyordu. Atatürk de bu neşenin içine dalmış eğleniyordu”.
“Dans edip masalarında dinlendikleri bir sırada; başyaver Celâl Bey’e yine bizim masamızı işaret ederek emirler verdiğini gördüm. Biraz sonra Celâl Bey, yanımıza gelerek, Atatürk’ün beni istediğini tebliğ etti. Derhal emirlerini yerine getirdim. Beni karşısına oturttu. Konuşmaya başladık. İstiklâl Savaşı’ndaki bir hatıramızı kendilerine hatırlatınca pek memnun oldular. İçki ikram ettiler ve buyurdular ki :
-Binbaşım, yeni askerî terimlerle meşgul oluyor musunuz ?
Meşgul olduğumu arzettim. “Peki” dediler…
– Öyleyse neferden başlayalım. Buna ne diyelim ?
O zaman bir tümen komutanının soyadını, bir komutan için pek uygun bulurdum. Bu kelimeden ilham alarak : Sayın Cumhurbaşkanım. Nefere Er demeli, dedim.
– Bravo! Hakikaten Türk askeri ER’dir ve her zaman er meydanında bunu ispat etmiştir, buyurdular. “Ve şimdi rütbelere geçelim. Onbaşıya ne diyelim ?
Efendim, on erin başı ve Türkçe olduğuna göre, bunu aynen kabul etmek uygun olur.
– Tamam. Ya çavuşa ?
Efendim, Türkiye haritasını incelersek, yüzlerce çavuş köyü görürüz. Ve çavuşluk yalnız ordumuzda değil. Millet arasında bilhassa köylerimizde en mütena (seçkin) bir vasıftır.
– Çok doğru. Bunu da aynen kabul ediyorum.
Başçavuştan sonra, Mülazım kelimesine geldi. Aziz Atatürk, beni zor duruma düşürmeden hemen söze başladı :
– Eski Türk kabilelerinde savaşılırken, en önde giden ve en cesur olan kumandana Teğmen derlerdi.
Evet efendim. Bizde de muharebede en önde giden o cesur mülazıma Teğmen demek tam yerinde olur, dedim.
– Bunun üzerine şu görüştüklerimizi defterinize not eder misiniz ?
Nota başladım. Neferden itibaren her rütbenin eski kullanılan tabirini, yanına Fransızcasını ve daha sonra da yeni kelimesini yazmaklığıma işaret buyurdular. Ne yazık ki, o gece not ettiğim defterime o aziz Atamızın imzasını koydurmak aklıma gelmemişti. Heyecandan. Zaten o defterim, Erzincan zelzelesinde yok olmuştur. Fakat Genelkurmay arşivlerinde bu konuşmamız mevcuttur. Konuşmamız devam ediyordu. Yüzbaşı, Binbaşı, Yarbay ve Albay terimleri kabul edildi. Sıra Paşa-Mirliva’ya gelmişti. Aziz Atatürk :
– Paşa kelimesinden hiç hoşlanmam ve nefret ederim bu kelimeden. Ağzıma almak istemem, buyurdular.
Bütün medenî dünyanın kullandığı General kelimesini teklif ettim. Derhal kabul buyurdular.” (7)
…
Alıntı 3 : http://www.ataturk.net/cumh/kanun.html
“REFORMLAR VE ATILIMLAR KABUL EDİLEN KANUNLAR
…17 Şubat 1926’da kabul edilen Türk Medeni Kanunu ve 22 Nisan 1926’da kabul edilen Borçlar Kanunu İsviçre’den, 1 Mart 1926’da kabul edilen Ceza Kanunu ise 1889 tarihli İtalyan Ceza Kanunu’ndan alınarak yürürlüğü girmiştir. Bu kanunları 1927’de yürürlüğe giren İsviçre’nin Neuchatel Kantonundan alınan Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu takip etmiş, 1929’da ise yürürlüğe giren 4 Nisan 1929 tarihli Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu da, Almanya’dan alınmıştır.
9 Haziran 1932 tarihli İcra ve İflas Kanunu’nun da büyük bir kısmı İsviçre’den alınmıştır. Ticaret Kanunu ise muhtelif ülkelerin mevzuatından geniş ölçüde iktibas edilerek (ödünç alınarak) hazırlanmış, Kara Ticareti diye adlandırdığımız birinci kitap 1926’da, Deniz Ticareti diye anılan ikinci kitap da 1929’da yürürlüğe girmiştir. İdare Hukuk sahasında da Fransa örnek alınarak, çeşitli kanunlar az çok değişikliklerle alınmıştır.”
* * *
Aşağıda anlatılanlar İran’da yaşanmıştır :
Alıntı 4 : Modern İran Tarihi, İş Bankası Yayınları.
“…Rıza Şah’ın Berlin temsilciliğinin de önayak olmasıyla yaptığı belirgin isim değişikliği, 1934 yılında, Persia’nın artık dış dünyada İran olarak anılmasına ilişkin kararnameyi çıkartmasıydı. Hükümetçe yayımlanan genelgede, “Persia adının Fars ve Kaçar gerilemesini çağrıştırdığı, oysa ‘İran’ adının (‘İslam öncesi’ , canmehmet notu) eski Aryenlerin görkemini ve doğum yerini akla getirdiği açıklanıyordu. (8)
Hitler söylevlerinden birinde Ari ırkının İran’la bağlarının olduğunu ilan etmişti. Üstelik Avrupa’da öğrenim görmüş önde gelen birkaç İranlı, “ırk “ oluşumu bakımından İran’ın, Ortadoğu’nun geri kalanından, Kuzey Avrupa’nın İskandinav halklarıyla kültürel-psikolojik akrabalığı vardır, diye iddia eden Kont Gobineau gibi ırk kuramcılarından etkilenmişti. Dolayısıyla Batı ırkçılığı, modern İran milliyetçiliğinin biçimlenmesinde biraz rol oynamıştı. Hitlerin iktidara gelişinin hemen ardından, Tahran’daki Britanya temsilcisi, ‘İran-i Bastan’ dergisinin, Üçüncü Reich’ın anti-semit görüşlerini aksettirdiğini yazmıştı. (9)
…Muhammed Rıza Şah 1953 yılında, babasının 1941’de bırakmak zorunda kaldığı yerden yola devam etti. İlk işi devletini ayakta tutan üç temel dayanağı sağlamlaştırmak için kolları sıvamak oldu; bunlar ordu, bürokrasi ve saray patronaj sistemiydi. Ufak tefek farklılıklar göstermekle birlikte, Muhammed Rıza’nın saltanatı pek çok açıdan babasınınkinin devamı niteliğindeydi. Babası faşizm çağında hüküm sürüp treni kaçırmamak gerektiğini açıkça söylerken, oğlu Soğuk Savaş’ın doruğa ulaştığı yıllarda yaşamıştı, dolayısıyla otokrasi ve ırkçılık söylemlerinden kaçındı. Ama o da iktidarının zirveye ulaştığı dönemde, hükümdarlık unvanlarına Ar ya Mihr (Aryen Güneşi) gibi yepyeni bir isim eklemekten geri kalmadı. Muhammed Rıza Şah, babası Rıza Şah’ın muazzam bir devlet inşa erme düşünü gerçekleştirmişti. (10)
12 Ekim 1971’de antik kraliyet başkenti Persepolis’te kurulan aşırı gösterişli çadırlarda, dünya liderleri Şah’a ve ülkesine dair vizyonuna destek vermek için sıraya girmişti. Pers Kralı Kiros’a saygılarını sunan uyrukların devasa rölyefleri arasında Şah’ın İran Devleti’ni, İslam öncesi kimliğiyle taçlandırması başta ulema olmak üzere pek çoklarının tüylerini diken diken etti. (11)
* * *
Aşağıda anlatılanlar Türkiye’de yaşanmıştır :
Alıntı 5: MODERN TÜRKİYE TARİHİ, Carter V. Findley.
“1931’de Türk Tarih Kurumu, 1932’de de Türk Dil Kurumu kuruldu. Türk Dil Kurumu alfabe değişimine, hâlâ sürmekte olan ‘Türkçe’yi, Arapça ve Farsça unsurlardan kurtarma girişimi’ni ekledi.
…1930’larda kültürel reformlar genişleyerek, Türk kimliğiyle ilgili yeni düşüncelere yol açtı. Bunlar sağlam olgusal temellerden yoksun olmakla birlikte, o sıralarda başka yerlerde de görülen milliyetçi teorilere ve sonraki etnik gurur hareketlerine benziyordu.
Türk Dil Kurumu, eski lehçelerde kullanılan sözcükleri diriltip, yeni sözcükler türettikçe, Türk dili yeni sözcüklerle doldu.
Bunların çoğu kalıcı olmasa da, önemli bir bölümü dile yerleşti ve böylelikle Türk dili büyük bir değişim geçirdi.
Viyanalı tanınmamış bir bilim adamı olan Hermann Kvergic’in, dünyadaki bütün dillerin, Türkçe aracılığıyla eski bir Orta Asya dilinden kaynaklandığı şeklinde bir teorisi vardı.
Bilim çevrelerinin şüpheyle yaklaşmasına karşın, Atatürk bu “Güneş Dil Teorisi”ni beğendi ve resmen destekledi.
Türk Tarih Kurumu, bu teoriye uygun bir “Türk Tarih Tezi” ortaya attı.
Orta Asya kökenli olan Türklerin, buradan çıkarak dünyadaki büyük medeniyetleri kurduğunu ileri süren bu tez de, Mustafa Kemal tarafından onaylandı.
Bu, Sümerler ve Hititler gibi Yakındoğu halklarının Ön-Türk oldukları anlamına geliyordu.
Bir yandan arkeolojik keşifler Türklerin on birinci yüzyılda Anadolu’ya göç etmelerinden önceki bin yıllara ilişkin bilgileri arttırıp, dilbilimcilerle tarihçiler Türklerin Orta Asya’daki kökleriyle ilgili çalışmalarını sürdürürken; dil ve tarih teorileri de bütün olguları Mustafa Kemal’in 1927’deki nutkunda, kuruluşunu anlattığı Türkiye Cumhuriyeti’nin yolunu açan ‘teleolojik’ kanuna uygun bir “milli” biçim halinde yeniden işledi.
1930’ların bazı aşırılıklarından vazgeçilse de, dil ve tarih siyasallaşmış alanlar olmaya devam etti. (12)
…
Devam edecek…
–Britanya büyükelçisi Amerikalı meslektaşına (Yıl 1951) tıpkı Haiti gibi İran’ın da “olgunlaşmamış olduğunu, dolayısıyla en az yirmi yıl daha katı yabancı disiplin altında kalması gerektiğini” söylemişti.
-Bu ifadeye ne demeli? “Sevsinler sizin, “Egemenlik ulusundur” aldatmacanızı!
Resim : Web ortamından alınmış yazılar tarafımızca düzenlenmiştir.
Yayın Tarihi : 28 Mart 2020
Güncelleme : 13.11.2024
(*) Dışişleri Senato Komitesi, US Military Sales to Iran (Washington, DC, US Printing ABD Kongresi Office,1976) s.5
(**) ABD Kongresi Ortak Komitesi, Economic Consequences of the Revolution in İran (Washington, DC: US printing Office, 1980)- s. 76.
(***) Modern İran Tarihi, Sahife:166
(****) http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt6/cilt6sayi27_pdf/karadeniz_yilmaz.pdf
(*****) LORD KINROSS – ATATÜRK, BİR MÎLLETİN YENİDEN DOĞUŞU, 1. kitap, Sahife:231.
(1) Modern İran Tarihi, Ervard Abrahamian, T.İş Bankası Yayınları, 2017 Basım. Sahife:156.
(2) PROF. DR. İSMET GİRİTLİ, http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-34/ulusal-egemenlik-ve-ataturk
(3) “Bozkurt”, H. C. Armstrong, Nokta Kitap.
(4) “Modern İran Tarihi”, Bölüm.III, dip not 52 : K, Beyat, The Cultural Academy and changes of place Names in Iran,” Nashreh-e Danesh, No.II (1990-91), s. 12-4.
(5) “Modern İran Tarihi”, Bölüm.III, Dip Not: 53. Kazımzade, “The Formation of the National Heritage Society” İranşehr, c. 3, No. 10 (Ağustos 1925), s.12-14.
(6) “Modern İran Tarihi”, sahife:116.
(7) Daha fazlası için bakınız; 1) http://www.arastiralim.net/ilk/turkiyede-askeri-rutbe-isimleri-nasil-belirlendi.html (Alıntı: Sadık Atak : “Paşa ve General”. Hava Kuvvetleri Dergisi, Mart 1972, sf. 82-83) 2) Daha fazlası için bakınız : http://www.habervaktim.com/yazar/16255/askeri-rutbe-isimleri-nasil-tesbit-edildi.html
(8) “Modern İran Tarihi”, sahife:114. (Bölüm.III, Dip Not 50:Britanya Elçiliği, “Annual Report for Persia (1934),” FO 371/Petsia 1935/34-18995.)
(9) “Modern İran Tarihi”, sahife:114 (Bölüm.III, Dip Not 51: Britanya Elçiliği, “Annual Report for Persia (1933),” FO 371/Persia 1934/34-17909.)
(10) “Modern İran Tarihi”, sahife:164.
(11) A.g.e.
(12) a) “MODERN TÜRKİYE TARİHİ”, İslam, Milliyetçilik ve Modernlik, 1789-2007, Carter V. Findley. I.BASKI Ekim 2011, İstanbul b) Daha fazlası için bakınız: https://www.canmehmet.com/19-mayis-1919-genclik-ve-spor-bayrami-ve-benzerleri-toplum-muhendisligi-midir.html