Yasak Kitap ‘Bozkurt’ : Saltanatın Kaldırılması İle Vahdettin’in Sürgünü (2)

Babam ve ben” dedi Rauf, “Padişah’ın ekmeğini yedik. Şu anda Padişah tahtında oturan vatan haininden, Vahdettin’den söz etmiyorum elbette. O gitmelidir ve yerini yeni Padişah almalıdır. Fakat benim gibi her gerçek Türk, halife Padişah’a bağlıdır. Biz, hükümdara arka çıkmalıyız. Bundan başka, devlet içinde hiçbir uyruğun göz dikemeyeceği kadar yüksek ve ulu bir makamın bulunması da zorunludur. O dakikada, bütün Türk halkının duygularını İfade ediyordu. Refet bu görüşe katıldı.

Ali Fuat, Moskova’dan henüz döndüğü ve durumu yeterince bilmediği mazeretini beyan ederek çekimser kaldı. Mustafa Kemal kaçamak cevap verdi. Eylem zamanının henüz gelmediğini anlamıştı. Beklemesi gerekiyordu.

“Bunu tartışmak için bir neden göremiyorum” dedi; Rauf belirgin bir cevap için baskı yapınca da: “İleri sürdüğünüze benzer bir niyetim yok. Esasen yarın Meclis’te bu konuya ilişkin bir açıklama yapacağım.”

Diğer üçü tatmin olmuş bir halde konuyu kapattılar ve şafak sökünceye dek keyifle içki içtiler. Ertesi gün Mustafa Kemal söz verdiği gibi, Meclis’te konuşma yaptı.

Mustafa Kemal, işleri biraz ağırdan alması gerektiğini fark etmişti. Muhalefet, beklediğinden de güçlüydü. Ya fırsatı yakalamak için beklemeli ya da bu fırsatı kendisi yaratmalıydı. Bunun için beklerken, olaylar, tam da onun istediği doğrultuda gelişti.

Refet’in evindeki toplantıdan bir hafta sonra İngilizler, Padişah’ı barış şartlarını tartışmak üzere Lozan’a bir heyet göndermeye ve aynı çağrıyı Ankara’daki Meclis’e de iletmeye çağırdılar. Bu, çok düşüncesizce yapılmış bir hataydı.

Sonuçta büyük bir infial yarattı. Birkaç kişisel yandaşı dışında, artık her gerçek Türk Vahdettin’den nefret ediyordu. O, Türkiye’yi mahvetmek isteyen İngilizler ve Yunanlıların yanında yer almış olan bir vatan hainiydi. Vahidettin ve Lloyd George, işte gerçek ulusal düşmanları bu iki kişiydi. Ve bir vatan haini olması dolayısıyla, Vahidettin’e olan nefretleri iki kat şiddetliydi,

Çağrı gelir gelmez büyük bir öfke çığlığı yükseldi. İstanbul’da Padişah’ın adamları dövüldü. Padişah’ı desteklemiş olan gazeteci Ali Kemal, müttefik polis gücünün gözleri önünde güpegündüz kentin belli başlı kulüplerinin birinden sürüklenerek çıkarıldı, İzmit’e götürüldü ve taşlanarak öldürüldü. Padişah’ın hizmetlileri, nazırları, hatta sadrazamı sokağa adım atmaktan çekinir oldular.

Ankara’da Meclis toplanmış, mebuslar pürhiddet bakışıyorlardı. Bu İstanbul hükümeti de neydi? Türkiye’yi kurtarmak için ne yapmıştı? O modası geçmiş yaşlı budala, Sadrazam Tevfik Paşa, çağrıyı imzalama hakkını nereden almıştı? O ve tüm kabinesi köpeklerden, düşmüş insanlardan, vatan hainlerinden ve İstanbul’daki dalkavuk padişahın çanak yalayıcılarından oluşuyordu. Türkiye’de yalnızca bir tek hükümet vardı, o da kendilerinin Büyük Millet Meclisi hükümetiydi.

Mustafa Kemal, zamanın geldiğini, hemen harekete geçmesi gerektiğini, aksi takdirde hiçbir zaman başaramayacağını anladı. Mebusları Vahdettin’i yurtdışına sürmeye, hatta belki Saltanat’ı kaldırmaya ikna edebileceğini gördü. Hilafete saldırma riskini göze almayacaktı: Bu en yoksul köylüye varıncaya değin tüm halkın dinsel duygularını incitebilirdi ve bu konuda destek bulacağını da hiçbir şekilde sanmıyordu.

Bütün mebusların öfkeli çığlıklar atarak tartıştıkları bir sırada, Meclis’teki hengâmenin ortasında Mustafa Kemal içeri girdi ve Meclis’ten kendisini dinlemesini İstedi; Saltanat’la Hilafet’in birbirinden ayrılmasını ve saltanatın ilga edilerek Vahdettin’in yurtdışına sürülmesini teklif etti.

Bütün öfkesine rağmen Meclis son derece hayati bir karara doğru sürüklendiğini anladı. Mebusların heyecanı bir anda söndü, teklifi tartışmaya başladılar.

Mustafa Kemal, elindeki kartlarının bir kısmını göstermişti. Henüz başarısızlığı kaldırabilecek kadar güçlü değildi. Kişisel taraftarlarından seksen kişinin de desteğiyle, derhal bir oylama yapılmasında ısrar etti. Meclis, teklifi Adalet Komisyonu’na havale etti.

Özel komisyon ertesi gün toplandı. Hukukçularla din adamlarından oluşmuştu. Saatlerce tekdüze bir havada, Saltanat’ın Hilafet’ten ayrılması konusunu tartıştılar. Başkan, uçuşan cübbesi ve uzun sakallarıyla, mağrur bir din adamıydı. Sakallı hocayı bir diğer sakallı hoca, uzun ve can sıkıcı konuşmalarıyla bir hukukçuyu diğeri izliyordu.

Eski belgelerden, Kur’an ve Şerait’in çok derin tefsirlerini yapıyorlardı. Bağdat ve Kahire halifelerinin geçmişe gömülmüş tarihlerinden yüzlerce örnek gösterdiler. Arapça kelimelerin anlamlarındaki her bir nüansı tartışarak uzayıp giden saatler boyunca bu minvalde konuştular, konuştular. Her nokta üzerinde kılı kırk yararcasına durup yalın

Cümleleri karmaşık savlada dağıttılar ve tartışmanın iyice tadını kaçırdılar. Kurşuni üniforması içindeki Mustafa Kemal, bir köşede, sinirleri bozulmuş fakat ses çıkarmadan onları seyrediyor, atılmak üzere olan yabanıl bir bozkurt gibi gergin oturuyordu.

Komisyon teklifin karşısındaydı. Bir üyesi bile teklifin lehine konuşmamıştı. Kaybedecekti.

Ne ki, daha ilk rauntta kaybetmeyi göze alamazdı. Önemsiz şeyler hakkında yapılan bu amaçsız, sonu gelmez tartışma onu kızdırmıştı. Sinirleri iyice bozulmaya başladı. Bu malumatfuruş budalalar sürüsü, ölü bir kurumun yozlaşmış yapısını destekleyecek materyal bulmak için kelimelerle oynarken, Gazi, egemen olarak kendisi bütün gün oturup bekleyecek miydi?

Ansızın bütün kontrolünü kaybetti. Öfkeden titreyerek, homurdanarak bir masanın üzerine sıçradı ve toplantıyı durdurdu.

-”Efendiler, Osmanlı Sultanı egemenliği halktan zorla almıştır, ” dedi “ve halk şimdi zorda onu geriye alıyor. Saltanat Hilafet’ten ayrılmalı ve kaldırılmalıdır. Bu görüşe katılır ya da katılmazsınız, bu sizin bileceğiniz iş. Ama ne olursa olsun bu gerçekleşecektir, bu arada bazılarının kafaları kesilse dahi.”

Diktatör emirlerini vermişti. Saygıdeğer başkan ayağa kalktı ve konuştu:

-“Efendiler, ” dedi, “Gazi bize meseleyi bizim ele aldığımızdan çok farklı bir bakış açısından izah etti.”

Mebuslar tehlikeden kurtulmak için aceleden birbirlerini ite kaka Meclis’e bu önerinin yasalaştırılmasını tavsiye etmeye koştular; Saltanat kesinlikle Hilafet’ten ayrılmalıydı; Saltanat’ın kesinlikle ilga edilmesi ve Vahdettin’in ülkeden çıkarılması şarttı. Uzun giysilerinin eteklerini kavuşturarak, bu zincirsiz bozkurt üzerlerine atlamadan önce savuşabilmek için kaçıştılar.

Meclis, tasarıyı görüşmek için hemen oturuma geçti. Tartışmaya başladılar. Mustafa Kemal, Meclis’in genel havasının kendisine karşı olduğunu anlamıştı. Bir an evvel oylamaya geçilmesini sağlamalıydı. Her ne pahasına olursa olsun kazanması şarttı. Kişisel taraftarlarını toplantı salonunun bir tarafına topladı ve derhal açık oylamaya geçilmesini istedi.

Kimi mebuslar tasarının ad okunarak oylanmasını talep etti. Mustafa Kemal buna karşı çıktı. Taraftarları silahlıydı; içlerinden bazıları her şeyi yapabilecek karakterdeydi; emir alırlarsa silahlarını hiç duraksamadan kullanacakları kesindi.

Meclis’in oybirliğiyle kabul edeceğinden eminim” dedi. Sesinden bir tür tehdit seziliyordu ve taraftarları da ellerini bellerine atmışlardı.

-“Ellerin kaldırılması yeterlidir.” Başkan bir gözü Mustafa Kemal’de, tasarıyı oylamaya koydu. Birkaç el yükseldi. “Oybirliğiyle kabul edildi” dedi Başkan.

Bir düzine kadar mebus protesto etmek için sıraların üstüne fırladılar.

-“Bu doğru değil, ben karşıyım!” Diğerleriyse, “Otur yerine! Kes sesini! Domuz!” diye bağırıp ıslık çaldılar, birbirlerine sövüp saydılar.

Tam bir velvele çıkmıştı. Mustafa Kemal’den gelen işaret üzerine. Başkan Bütün bu gürültüyü bastırmak için bağırarak kararını tekrar etti.

-“Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin oybirliğiyle aldığı karar sonucu, Saltanat ilga edilmiştir” diyerek oturumu kapattı. Mustafa Kemal, taraftarlarıyla çevrilmiş olarak Meclis’ten ayrıldı.

….

Bunun arkası çabucak geldi. Beş gün sonra Refet, Harrrington’ın burnunun dibinde yapılan bir darbe ile İstanbul’un denetimini ele geçirdi ve Padişah hükümetini feshetti.

Padişah birkaç gün dayandı. Sonra Harrington’a bir haberci gönderdi. Bu adam, Vahdettin’in maiyetinden hâlâ güven duyduğu tek kişi olan Saray orkestrasının şefiydi.

Şef, yaşlı ve sarsak biriydi, İngiliz ordusu karargâhına büyük bir gizlilik içinde gelmişti. Vahdettin herhangi bir yazılı belge vermeyi reddettiğinden hiçbir şey yoktu ve Başkumandan’dan başka hiç kimseyle görüşmeyeceğini söylüyordu.

Sonunda Harrington onu kabul etti. Korkudan titreyen ve kekeleyen yaşlı şef, getirdiği mesajı güç bela aktarabildi: Zat-ı Şahane, Padişah hazretleri iyi kalpli İngiliz generalinin ve İngiliz hükümetinin korumasını büyük bir arzuyla İstirham etmekteydi: Zat-ı Şahaneleri, yaşamının tehlikede olduğundan emindi: Zat-ı Şahaneleri mümkün olduğu kadar çabuk kaçmaya karar vermişti.

İki gün sonra İngilizlere ait bir ambulans, sarayın arka kapılarından birinin önünde durdu. Yanında oğlu, bir bavul ve bir çanta taşıyan bir harem ağası olduğu halde, Vahdettin dışarıya çıktı.

O sabah hava oldukça kapalıydı ve hafif yağmur çiseliyordu. Bir İngiliz emir subayı ambulansın arkasındaki ahşap merdiveni indirdi. Bir elinde sıkıca kavradığı şemsiyesiyle, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonuncu Padişahı, tüm Türklerin hükümdarı, ‘Grand Seigneur’ (Büyük Efendi), ‘Dünyanın Dehşeti’ olan adam, ahşap merdivenleri tırmanmaya çalıştı.

Şemsiye kapıya takılmış, içeri girmemekte direniyordu. İhtiyar adam zayıfça şemsiyeyle mücadeleye girişmişti, gittikçe hırçınlaşıyor ve huzursuzlanıyordu: Islanacağı için şemsiyeyi kapamak ve onu bırakmak istemiyordu. Bir İngiliz subayı şemsiyeyi elinden çekip aldı ve yaşlı adamı merdivenlerden çıkarıp kapıyı üstüne kapattı. Ambulans hareket etti.

İskelelerden birinden bir motor son hızla yola çıktı. Bir İngiliz savaş gemisinde, İngiliz Filosu Başkumandanı olan Amiral, Padişah’ı hükümdara yaraşır bir törenle karşıladı. Ansızın bir feryat işitildi: Vahdettin telaşla güverteye dönmüştü; kendisine bir genç kızınki gibi tiz sesiyle çığlıklar atarak bir şeyler söyleyen harem ağasına küfrediyordu; harem ağasının taşıdığı valiz ortadan kaybolmuştu; neredeydi sonunda valiz motorda bulundu.

Vahdettin içini kontrol etti. Her şey yerli yerindeydi; rahat bir nefes alarak kamarasına döndü; valizde muhteşem altın kahve takımlarıyla toplama fırsatı bulabildiği mücevheri bulunuyordu.

Bir saat sonra Vahdettin bir İngiliz savaş gemisinin içinde, iradesiz, gevşek ve dehşete kapılmış yaşlı bir adamın sonuna ulaşmak üzere, Türkiye’den uzaklaşmış bulunuyordu.

Onun ki elinde hiçbir dünyevi güç ya da makam bırakılmamıştı….” (1)

Devam edecek….

www.canmehmet.com

Kaynak ve Açıklama:

-Yazıdaki vurgulamalar ve renklendirmeler tarafımızdan yapılmıştır.

Resim: Tarafımızdan hazırlanmıştır.

(*) Kılıç Ali, Atatürk’ün hususiyetleri,

(1) “Bozkurt”, H.C. Armstrong, Nokta kitap,

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Anti-Spam Quiz:

*