Batıda Özel Hayat : Batıda Kadın, “Ucuz Emek” Ve Tüketicidir (9)

İngiltere ve Fransa’da Sanayii Devrimi gerçekleşmeseydi, “Kadınlar” kimsenin aklına gelmeyecekti. Siz, kimi Batı Medyası ve yerel uzantılarının, Kadın ve “Kadın Hakları’nı parlattıklarına bakmayınız, bu konuda bir samimiyet yoktur.

Batı” Olarak kastedilenler: Avrupa ve -Avrupalıların karması- Amerika’dır. Bu toplumlarda kadının Sanayi Devrimi’ne kadar, bırakınız bir hakkı, kadının toplumda bir yeri dahi yoktur.

Ne zamanki sanayileşme ile birlikte, “ucuz emek” için işçiye, çalışana ihtiyaç duyulmuş, işte o zaman “Aydınlanmış Batı’nın ve aydınlarının aklına: “Kadın ve Çocuk işçiler” gelmiştir.

Kadının akla gelmesinde, samimiyet değil, bir ihtiyaç vardır.

Şimdi bunun belgelerini sıralayalım.

Antik Yunan/Antik Roma döneminde, Kadın ve konumu anlatıldığı için bu kez yakın tarihten, İtalya, Fransa ve İngiltere’den örnekler verilmektedir.

Ev halkı başka bazı sebeplerle (doğum, hastalık) yatak odasında toplanabilir. Ne var ki, katı ahlakçılar, bunu salt kadına veya çifte ait bir mekâna tecavüz olarak yorumlar; onların nazarında ailenin bir araya geleceği yer salondur. Salon işlevini yerine getirir elbette. Ama bir çift ve çocukları (çekirdek aile) daha samimi ve sıcak olan yatak odasında bulunmayı tercih ederler.

Burjuva evlerinin büyük salonu daha geniş akraba topluluğuna açılır ve aynı zamanda, yatak odasına sadece birkaç seçme kişinin girmesine izin vererek bir elek işlevi görür.

Bir ailenin yönetilmesi gerekir. Her gün bazı kararların verilmesi kaçınılmazdır. Sorumlulukların açıkça tanımlanmasını bilhassa gerektiren iki tür sorun vardır: aile mülkü ve çocuklar.

Çocuklar konusunda, bebeklikten evliliğe, yapılacak çok şey vardır. Ne var ki çocuklar, babanın ve annenin temsil ettiği iki soya, iki geleneğe bağlıdırlar. Bunlardan hangisi üstün gelecektir?

Mülk konusunda da aynı soru geçerlidir. Mali belgelerde nihil habentes (mülksüz) olarak tanımlananlar da dahil bütün hanelerin, birkaç parça eşyayla pılı pırtıdan ibaret de olsa, kendilerine ait malları vardır.

Ama bu mülk, değişik öğelerden oluşur. Babaya miras kalmış olan mülke babanın kendi edindiği mülk, eşinin drahoması, daha sonra gelinlerin drahomaları ve oğulların bağış ya da satın alma yoluyla edindikleri mallar (peculia) eklenir.

Drahomanın kendisi tek bir bütün değildir; hukukçular, özenli bir envanteri çıkarılmış olan “değer biçilmiş” kısımla “değer biçilmemiş” kısmı, yani günlük kullanımdaki eşya ve nesneleri birbirinden ayırır.

Mülk babayı, eşi, büyük çocukları, herkesi ilgilendirir. Sorumlulukların paylaşılması veya devredilmesi gerekir. Yine kimin üstün geleceği sorusu karşımıza çıkar.

İtalya’nın tamamında hüküm süren gelenek uyarınca iktidar herkesten önce ve tartışmasız biçimde aile babasına aittir.

Tıpkı kralınki gibi aile reisinin de otoritesi XII.-XIII. Yüzyıllarda hukukçular tarafından güçlendirilmiş (bilhassa Bologna’da), XIII. Yüzyılda her yerde yaygın olan şu atasözünde ifade bulmuştur:

-“Herkes kendi evinde kraldır” (Quilibet, in domo sua, dicitur rex). Babanın bu otoritesi (patria potestas) çocuklar üzerinde geçerlidir ve otorite babanın tekelindedir; hukukçu Azzo konuyu şöyle açıklar:

-“Ne anneler ne de anne tarafından atalar çocuklar üzerinde iktidar (potestas) sahibidir.”  (1)

Aile babası, her şeyden önce yönetimindeki aileye ait mallar bütününün tek idarecisidir. Drahomanın, değer biçilmiş olsun olmasın, tamamının (XIII. Yüzyıl) ve bazen gelinlerinkiler dahil bütün drahomaların idaresi ona düşer.

Hatta drahomayı satabilir de; kadının itiraz etme hakkı yoktur. Hukuki uygulamaların tamamı, karısının getirdiği mülkün yönetiminde kocaya tam yetki tanır ve kadın uzakta tutularak, çocuklarına miras kalacak olan mülküne zarar verebilecek girişimleri durdurması engellenir.

Aynı drahomanın geliri de hukukçuların kanısınca, (yatırıma dönüştürülmeyip) kocanın yönetimindeki ortak aile mülkiyetine eklenmelidir; bunun gerekçesi, evliliğin “dayanılmaz yükümlülükleri” nin (yani günlük masrafların) üstesinden gelebilmektir; böylece koca, kendi gelirini toprağa veya mala yatırma imkânı bulur.

Baba, oğullarının malları üzerinde de, yine patria potestas niteliğiyle aynı denetim hakkına sahiptir.

Baba, evindeki nesnelerin sahibi olduğu gibi insanların da sahibidir.

Diğer kişiler gibi karısı da hukukçular tarafından tanımlanan iktidara tabidir ve kocasına itaat etmek, saygı göstermek zorundadır. Dominiken rahiplerin öğretisi de hukukçularınkini pekiştirir.

Giovanni Dominici, 1398’de, günah çıkaran bir kadına, kadının kocasının emrinde olduğunu (günah hariç) söylerken, vaazın beylik bir ifadesini kullanıyordu. Fra Paolino, Alberti, E. Barbaro ve daha birçok ahlakçı da aynı fikirdeydi:

-“Evinin mutlak efendisi olan koca, karısına aile sırlarının sadece bir kısmını ifşa eder. Kadınlık görevinde onu bizzat eğitir; bedeninin ve kişiliğinin dayanıksızlığını göz önünde bulundurarak, ailede karısına ağır olmayan sorumluluklar vermesi gerekir.”

Bu bağımlılık çok somut acı sonuçlar doğurabilir; kimi komün tüzükleri, örneğin Gello tüzüğü (Toscana, 1373) kocaya “çocuklarını, küçük kardeşini ve karısını dövme” hakkı tanır.  (2)

…Terbiyeye ilişkin kitabında somut öneriler getiren Giovanni Dominici, çocukların babalarına “Evet efendim” diye cevap vermeleri, anne-babalarının karşısında ayakta durmaları, bir emir verildiğinde alçakgönüllülükle başlarını eğmeleri, kısacası kendilerini dünyaya getiren ebeveynlerine daimi saygılarını açıkça ifade etmeleri gerektiği konusunda ısrarlıdır. (3)

Kadınlara ait özel hayat

“Kadınlara ait özel hayat” ifadesi paradoksal görünebilir, çünkü bu toplumlarda kadın, tamamen eve hapsedilmiş gibidir.

Kadın, genelde ve mutlak surette, kamusal rollerden ve dış dünyaya dair sorumluluklardan (politikadan, devlet ve belde yönetiminden, meslek örgütlerinden) dışlanmıştır.

Natalie Davis tarafından analiz edilen XVI. Yüzyıldaki Lyon örneği, kanıtlayıcıdır. Kadınlara bırakılan, yarım ağızla kabul edilen. Resmi olaraksa hiç tasdik edilmeyen yardımcı rolüdür.

Çünkü kadının mesleği öncelikle evin içindedir, ev işidir; Kilise ve sivil toplum tarafından belletilen anne ve karılık imajını taşıyabilecek yetenekte olmalıdır.

Kendisinden beklenen iffet, adap, ailesine ve ismine sadakat, kadını gayet güzel özetler; bu yüzden, onunla aynı çatı altında, aynı yemeği paylaşarak yaşayan herkese beslediği fedakârlık hissi, onu hizmet etmeye, insanlara bakmaya mecbur bırakır: beslemeye, yetiştirmeye, hastalık olduğunda bakmaya, ölüm olduğunda yoldaş olmaya, Kendilerini karşılıksız adayan kadınların mesleği budur; onların bu denli yoğun bir şekilde üretime katılmalarını takdir etmek, onları övmek ve bağlılıklarını anmak için kadınlara mirasta yer vermek pek de alışılagelmiş bir şey değildir.

Fransa’daki Carmel’in müstakbel kurucusu Madam Acarie’nin evine ve çocuklarına gösterdiği bağlılık da bu türdendir: Madam, evini ve çocuklarını hiç kaprissiz idare eder, çocuklarıyla “onları eğitecek ve kalplerini kazanacak dostane bir iletişim” kurmak için hepsiyle ayrı ayrı ilgilenir. Yani her âna yayılan bir hizmetin sorumluluğunu yüklenir, çünkü herkesçe kabul edilen rolü budur.

…Madam Roland’ın annesi Madam Phlippon, ilk başta, Parisli tanınmış bir oymacının karısıydı. Bu sıfatla o, evin yönetimi üzerinde SÖZ sahibiyken, kocası müşteriler ve loncadan meslektaşların doluştuğu atölyeyi idare etmektedir.

Madam Phlippon, ev ekonomisiyle ilgilenmek ve hizmetkârları idare etmekten başka, Kızının eğitimini de yürütmektedir; kızını yanında, geleneğe göre yetiştirmek ve terbiye etmek istemiştir; çocuğun durmadan değişen özel hocalarını kendi seçer ve denetler; onu bütün güzel sanatlarda yetiştirir ve maddi güçleri zorlayarak gösterişli bir şekilde giydirir; elbette, kızının her sokağa çıkışını, pazara, aile ziyaretine, kiliseye gidişini bizzat denetler; Pazar öğleden sonraları ailece Kralın bahçesine, yazlarıysa Souvy veya Meudon’a  giderler.

Aslında kadın, kızıyla birlikte sık sık duygusal bir samimiyeti paylaşır; aile topluluğu içinde, evin oturmuş düzenini savsaklamadan elbette. Zira ev hayatıyla ilgili bütün problem, olası özgürlük ve kaçış yollarını belirlemektedir. Bir kere yoksulluk sınırı, aşıldıktan sonra, kadın, imkânlardan yoksun değildir: bunlar ona evlilik sözleşmesi yapma ve vasiyet hazırlama özgürlüğü verir. Aileyi (elbette sakramentle birlikte) kuran ve zengin sınıflar içinde ciddiye alınan bu sözleşme, Güney’deki kırsal bölgelerde her düzeyden insanın geniş ölçüde itibar ettiği bir şeydir.

Sözleşme, kadına çeyiziyle ilgili teminat sunar ve kendi mallarına sahip olma hakkıyla birlikte şahsi bir strateji gütme imkânı da kızının evliliğinden 36 liralık bir armağan ve birkaç hayvan kopartabilmişti. Losse-Valence’larla evlendirilen Lacapelle markizinin evliliğinden 36 liralık bir armağan ve birkaç hayvan kopartabilmişti. Losse-Valence’larla evlendirilen Lacapelle markizi, vasiyetine koyduğu bir maddeyle, Toulouse’daki Maltalı din adamlarının yanına verdiği torununun başgöz edilmesinde etkili olabilmektedir: ama torunundan erkeğin “kalbini fethetmesini” de bekler.

Ancak bunlar önemli değildir, mülkten yararlanma özgürlüğü, skandallar pahasına varlığını sürdürür. Toplumsal mevkiine nispetle aşın zengin olmayan Gaskonyalı bir asilzadenin karısı olan Madam de Pollastron’a ailesinden miras kalır.

Kâh göz boyayan bir ittifakın kibri, kâh iltimas sonucu, yeni evlenen genç kuzinine 200 ekülük bir yardım yetecekken 3.000 ekülük bir giyim yardımı yapar;” çifte bir ihanetti bu: hem görmezden geldiği kocasına, hem de yoksun bıraktığı çocuklarına karşı; ancak, hukuken bir mahzuru da yoktur. (4)

Bizlere reklamı yapıldığı gibi Batı anlayışında kadının öyle bir konumu olmamıştır. Anlatılanlarla gerçeğinin nerede ise bir ilgisi bulunmamaktadır. İleride bölümlerde daha çarpıcı örnekler bizi beklemektedir.

Devam edecek

-Batıda kadınlara seçme ve seçilme hakları ne zaman verilmiştir?

www.canmehmet.com

Resim: Görseller web ortamından alınmış, tarafımızdan düzenlenmiştir.

Kaynak:

(1-2-3-)Özel Hayatın Tarihi. C. 2. Sahife:218. YKY

(4) Özel Hayatın Tarihi, C.3. YKY

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Anti-Spam Quiz:

*