Gorbaçov Anlatıyor : Hristiyan Değerler Üzerine İnşa Edilmiş Medeniyetler (2)

Dağılan Sovyetler Birliği’nin son devlet Başkanı Gorbaçov’un, dünyada yaşanan sorunlar ve çözümleri ile ilgili düşünceleri, öğrendiklerimiz bizde kalmasın anlayışı ile paylaşılmaktadır.

İlk iki bölüm özetle;

-“Soğuk savaş döneminin bitmesiyle, gelişmiş ülkelerin silahlanma yarışı için harcadıkları dev paraların, kısmen de olsa, dünyadaki fakirliğin ortadan kaldırılması amacıyla kullanılacağını sanıyordum….Hristiyan değerler üzerine inşa edilmiş medeniyetler, dünya üzerindeki 800 milyon insanın aç, bir milyardan fazla insanın içecek sudan mahrum kalması, 2 milyardan fazla insanın elektrik şebekesiyle henüz tanışmamış olması ve dünya nüfusunun yarısı olan 3 milyar insanın da temel ihtiyaç maddelerinden yoksun durumda bulunmasına asla tepkisiz kalmazlar ve içlerine sindiremezlerdi…

-“Küreselleşme, vaktiyle kapalı “medeniyet alanlarına” da nüfuz ederek, bazı toplumların gelenek ve temel taşlarını da yerinden oynatmaya, toplumları bozmaya ve hatta imhaya kadar götürebilmektedir…

-“Çernobil faciası, benim için olduğu gibi. Dilerim bütün insanlık için de, çok ciddi bir ders oldu… Uzmanların kanaatine göre, santralde çalışanların patlamaya yol açacak yedi hatayı aynı anda yapmaları, daha sonra reaktörün göbeğinde yangın çıkması, tesisin çatısını havalara uçurması ve önemli miktarda radyoaktif maddenin bir buçuk kilometre yüksekliğe çıkması milyonda bir ihtimaldi.

-Topraklarının %70’i radyoaktif yayılmadan etkilenen Beyaz Rusya bu durumdan en çok zarar gören ülke oldu. Bugün, ülke nüfusunun beşte biri kabul edilen 2 milyon Beyaz Rus radyoaktif madde bulaşmış topraklar üzerinde yaşamaktadır…”

Kalınan yerden devamla…

“Devlet başkanı görevine gelmemden birkaç yıl sonra, dünyanın siyasal iklimi tamamen değişmişti. İşte, olaylar bakımından hayli zengin bu yıllara damgasını vuran anahtar anlar :

-1987’de Amerika ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan ilk antlaşma ile kısa ve orta menzilli nükleer başlıklı füzelerin sayısının azaltılması çok anlamlıydı ve akabinde ‘START-1 ve START-2’ anlaşmalarının onaylanmasına yol açtı. Aynı zamanda kimyasal silah stoklarının tamamen imhası antlaşmasına öncülük etti.

– Doğu Avrupa’da konuşlanmış Sovyet birlikleri geri çekildi, Varşova Pakta kaldırıldı. 1989-90 yılları süresince Doğu bloğu ülkelerinde çok partili sisteme ve demokratik hükümet modeline geçildi. Aynı yıllarda Berlin Duvarı yıkıldı ve iki Almanya birleşti.

Hükümet ettiğim yıllarda gerçekleştirdiğim belli başlı değişimler şunlar oldu:

-O ana kadar Komünist Parti’nin elinde olan iktidar tekeline son verildi ve çok partili sistemin tesisi, hür seçimler, milliyetçi hareketleri bastırmak amacıyla kuvvete başvurma gibi federe cumhuriyetlerle münasebetlerdeki merkeziyetçiliğin terk edilmesi, basın hürriyeti, ibâdet hürriyeti, serbest Pazar ekonomisine kademeli olarak geçişi öngören ekonomik reformlar, silâhlı kuvvetlerin asker sayısında tek taraflı indirim, askerî sanayi sektöründe hizmet veren işletmelerin büyük çapta diğer üretim sektörlerine dönüşümleri gerçekleştirildi.

-Her türlü muhalefetin veya karşı fikrin kanunlarla cezalandırıldığı, inanç sahibi birinin, bir müminin mesleğinde ilerleyemediği, en ufak bir kelimenin bile Komünist Parti’nin sansürüne maruz kaldığı ve binlerce çağdaş yazar ve düşünürün eserlerinin kütüphanelerin spetskhran’larında depolandığı totaliter bir toplumdan açık bir topluma geçtik…”

Küresel Bir Kriz

“…Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sembolize edilen Soğuk Savaş döneminin sonunun, nükleer tehdit korkusundan ve ideolojik düşmanlıklar zincirinden kurtulmuş uluslararası topluluğa, silahlanma yarışına son vermeyi, istikrarlı kalkınma yolunda ilerlemeği, fakirliğe ve çevrenin felaketlere sebep olabilecek şekilde tahrip edilmesine karşı mücadelede adi tedbirler almayı, son olarak küreselleşme karakterini insan haklan ve kişisel hürriyetler gibi kavramların geliştirilerek dünya çapında yayilmasını ön planda tutan bir mahiyette değiştirmeyi sağlayacağına inanıyordum…

Avrupalı politika liderlerinin bir kısmıyla, özellikle Fransa Devlet Başkanı François Mitterand ile yürüttüğüm sıkı münasebetlerden dolayı olacak belki de, Avrupa’nın yeni dünya düzeni için önemli bir rol oynayacağını sanıyordum…

Avrupa’nın tarihi birçok bakımdan tektir. İki bin beş yüz yıllık bir süreçte, Avrupa iç harpler, fetihler, istilalar, ilerleme ve gerilemeler yaşadı…

Öte yandan, Avrupa hedef büyüttü ve diğer kıtalara da damgasını vurdu; sık sık dünyanın imajını değiştirmeğe çalıştı. Aldıkları mirası kendi usulleriyle geliştirip devam ettiren onlarca ülke ve toplum kurdular…

Demir perdenin çöküşüyle Avrupa için yerli yerine oturtacağı tek bir fırsatın ve bir ‘Panavrupa” (tek ve büyük Avrupa) temellerinin atılacağı fırsat doğmuştu…”

Siyasî Bîr Kriz

Son yüzyıl, soğuk savaş dönemi sonunun, yeni Rus-Amerikan nükleer silâhsızlanma antlaşmasının haricinde yeryüzünde barışın egemen olacağına dair hiçbir iz, bir işaret ortaya koymadı. Bu antlaşmayı elbette tenzih eder ve selâmlarım.

Tam tersine, Avrupa, Asya ve Afrika’da cereyan eden çok kanlı savaşlara şahit olduk.

-İsrail ve Filistin topraklarında gerginlik ve terör, eski Yugoslavya’da tam üç savaş, Çeçenistan’da iki defa savaş. Endonezya’da etnik çalışma, Keşmir’deki gergin durum, Basra Körfezi’nde kriz, Rwanda’da soykırım, Afganistan’da uluslararası terörizme karşı savaş, şahit olduğumuz en “çarpıcı’ çatışmalar oldu.

Bugünkü dünya düzeninin en tehlikeli temayüllerine ayna tutuyor olması bakımından bu çatışmalardan birini, Yugoslavya krizini analiz edeceğim.

Bu eğilimlerden biri bazı ülkelerin uluslararası topluluğu frenlemek amacıyla “insani mülahazalar” gerekçesine sığınarak dünyayı zorla yönetmeye kalkışması niyetidir.

Kosova’daki durum mucibince Yugoslavya’ya karşı başlatılan askeri müdahalenin temel ilkesi budur. Bir iç savaş sırasında, ne iyiler, ne kötüler, ne azizler, ne şeytanlar, ne doğrular, ne de günahkârlar vardır.

Ruslar, acı tecrübelerle yaşadıkları için bunu iyi bilirler.

İnsanlık dışı şartlarda yaşamak üzere yerleştirilmiş ve dolayısıyla insanlık vasfını kaybetmiş insanlar vardır.

Bizlerin görevi, bu insanları artık sınıra gelmiş savaştan beri tutmak ve bu onarılması zor iç savaşın meydana gelmesini önlemekti.

Fakat, yarım asırdan beri savaş görmemiş Avrupa bunu yapmak yerine topraklarında en yeni silahların cirit atmasına müsaade etti…

…Kosova, belli sayıdaki barış gücü askerinin Varlığına rağmen gerçek bir kurulmuş saatli bomba gibi yerinde durmaktadır. Zira, batının müdahalesinden sonra oradan kaçanlar Arnavut asıllılar değil, tam aksine Sırp ve diğer azınlıkların temsilcileri olmuştur…

…NATO askeri eylemlerinin açıklanması gereken bir yönü daha var: Çevre faktörü.

Irak’ta yıllar öncesinde yapılan “Çöl Fırtınası” operasyonundan sonra tanksavar top imalinde kullanılan zayıflatılmış uranyumun etkisi çevrede ve Körfez Savaşı’na iştirak eden İngiliz, Amerikalı ve diğer birliklerde. Hatta sivil Irak halkında ne gibi zararlara yol açtığı meydana çıktı.

Aynı mühimmat Yugoslavya’da da kullanıldı.

Öte yandan, NATO bombardımanında petrol rafinerileri, petrokimya fabrikaları ve ilaç işletmeleri de hedef oldu.

Yugoslavya ve komşu ülkelerde yaşayan halkların maruz kaldıkları bu sağlık zararlarını kim karşılayacak?

Dünyanın büyük bir bölümü Yugoslavya trajedisinden ne gibi dersler çıkardı?…”

Ekonomik Bir Kriz

Soğuk savaş döneminin sonu, iletişim ve bilişimin baş döndürücü hızla ilerleyişi, küreselleşmenin gelişmesinde en itici güç oldu…

Bu yeni imkânlarla kendimizi nasıl geliştireceğiz? Bu da başka bir mesele.

Bilindiği gibi, meşhur bir deyim vardır: Cehenneme götüren pek çok iş de iyi niyetlerle yapılmıştır… Yani, kötü şeyler yapmak için iyi niyetli olmak insanı kurtarmıyor.

Geçen yüzyıl, ABD için emsalsiz bir büyüme, genellikle Batılı ülkelerin çoğu için de bir refah dönemi oldu. Sadece 2000 yılı için Uluslararası Brüt Hasıla %4,7’lik büyümeyle 31.362 milyar dolara ulaşmıştır.

Aynı dönemde, uluslararası ticaret hacmi %12 oranında artarak 2000 yılında 6.253 milyar dolara ulaşmıştır. Her gün, dünyadaki borsaların tamamında 1.300 milyar dolar tutarında sermaye hareketi gerçekleştirilmektedir.

Bununla beraber, bütün olarak ele aldığımızda, geçen yüzyılı insanlık için Kuzey ile Güney ve zenginler ile fakirler arasındaki eşitsizlik ve uçurumun büyüdüğü bir tarih dilimi olarak görürüz. Sadece bazı güçlü ve paralı ülkelerin lehine dünyanın her yerinde “beyinleri” ve sermayeyi “emen” ve her türlü denetimden kaçan bir serbest Pazar ekonomik sistemi vardır ve küreselleşmenin sonucu zenginlerle yoksullar arasındaki uçurum gerçekten hızla büyümüştür.

Aşağı yukarı bir nesil önce, dünya nüfusunun en müreffeh yaşayan %20’si en fakirlerin %20’sinden tam otuz misli daha zengindi. Bugün için ise bu sayı tam iki katına çıkmıştır.

Somut rakamlar bu ifadelere daha da korkunç rezonanslar kalıyor. En gelişmiş ülkelerde yaşayan bir milyar kişi, şu meşhur “tuzu kuru bir milyar”, dünyadaki tüm zenginliğin %60’ina sahip durumda bulunuyor ve dünyanın en az gelişmiş ülkelerinde yaşayan 3,5 milyar kişi ise dünyadaki zenginliğin sadece %20’sine sahip olabiliyor.

Bugün dünyada 1 milyar 200 milyon kişi günde bir dolar’dan daha az bir gelirle yaşıyor.

Günün birinde patlamayla sonuçlanabilecek bir özellik taşıyan bu durumu anlamak için Marksist olmak da gerekmiyor.

Uluslararası finans çevrelerinin azdırdığı vahşi liberalizm,

Güney Doğu Asya, Arjantin ve Rusya’da olduğu gibi, birçok ekonomik krizin meydana gelmesine sebep oldu.

“insanî yüzlü” kapitalizm geleneğinden ve sağlam temellere dayalı demokratik kurumlardan yoksun bırakılmış bir ülke olmasına rağmen Rusya, liberal anlayışlar hususunda “mükemmel bir öğrenci” örneği sergileyerek dünyaya ders verdi.

-On yıldan daha az bir zaman zarfında Rus halkı tam üç defa yıkıldı ve derisi soyuldu. Doğum oranı sıfırlandı, hayat beklentileri bitti. Sokaklar terkedilmiş çocuk çetelerle doldu.

Bu, iç savaştan beri unutulmuş bir fenomendi. Oysa, Rusya olağanüstü doğal kaynaklarıyla , dev bir sanayi potansiyeli ve halkı yüksek bir eğitim düzeyi ile donanmış olarak dünya pazarına girmişti. Bu küreselleşme sürecine sürüklenmiş birçok ülke, kendini savunmaktan aciz ve yoksullaşmış olarak buldu…”

Sosyal Bir Kriz

Soğuk savaş döneminin bitmesiyle, gelişmiş ülkelerin silahlanma yarışı için harcadıkları dev paraların, kısmen de olsa, dünyadaki fakirliğin ortadan kaldırılması amacıyla kullanılacağını sanıyordum.

Bana öyle geliyordu ki, Hristiyan değerler üzerine inşa edilmiş medeniyetler, dünya üzerindeki 800 milyon insanın aç, bir milyardan fazla insanın içecek sudan mahrum kalması, 2 milyardan fazla insanın elektrik şebekesiyle henüz tanışmamış olması ve dünya nüfusunun yarısı olan 3 milyar insanın da temel ihtiyaç maddelerinden yoksun durumda bulunmasına asla tepkisiz kalmazlar ve içlerine sindiremezlerdi.

Dünya nüfusunun yarısına yakın sayıdaki insanların günde bir veya iki dolarla hayatlarını idame ettirmeye çalıştıkları bir zamanda sadece reklamların uyandırdığı ihtiyaçları bile karşılamayı düşünmeden insanoğlu nereye kadar gidebilir?

Bugün Amerika Birleşik Devletleri topraklarında mevcut bilgisayar sayısı bütün dünyadakinden daha çok ise, sadece bir Tokyo şehrindeki telefon hattının bütün Afrika kıtasında mevcut telefon sayısından fazla ise ve okul çağına gelmiş 130 milyon çocuk, ilkokula başlayabilme imkân ve fırsatını bulamıyorsa küreselleşmenin getirdiği hangi şans eşitliğinden bahsedilebilir?

Afrika’daki durum hepsinden daha trajiktir.

Geçen çeyrek yüzyılda bir Afrikalı ailenin tüketim ve yaşam düzeyi ortalama %20 oranında gerilemiştir.

23 milyonunun Afrika’da yaşadığı 36 milyon kişi AİDS virüsüne yakalanmıştır. Bu korkunç hastalığın sebebiyet verdiği yüksek ölüm oranı gerçeğinin yanı sıra çok pahalı olan tedavi ve ilaçtan mahrumiyet göstermektedir ki, Afrika’da ortalama ömür günden güne düşmektedir: Hekimlerin raporlarına göre, bugün için 59 olan ortalama ömür, birkaç yıl sonra 45 yaşa düşecektır. Bostwana’da şimdiden 41 yaşa düşmüştür…”

Çevrebilimsel Bir Kriz

“…Bugün yeryüzünde yaklaşık 12,5 milyon canlı türünün var olduğunu ancak bunun sadece 1,7 milyonunun envanterinin çıkarılabildiği belirtilmektedir.

Bilinen türlerin %12’sinin nesli tükenmekte olması da ayrıca hayra alamet değildir. Her yıl otuz bin bitki ve hayvan türü kaybolup gitmektedir. Bu kaybolan türler, hayvanat bahçelerinde yetişkinlerin olduğu gibi çocukların da merhametine mazhar olan ve insanoğlunun korumak için her türlü çabayı sarf ettiği kaplanlar, filler ve balinalardan ibaret değildirler.

Her şeyden önce bin bir tür böcek, sürüngen, salyangoz ve kuş türlerinin muhafaza edilmeleri gereklidir. Bir hektar çapındaki bir tropikal orman, Atlantik’ten Urallara kadar bütün Avrupa’nın barındırdığı bitki ve canlılardan daha fazla bitki özünü barındırmaktadır. Brezilya, Amazon ormanlarını imha etmeye, Endonezya ise Borneo ve Sumatra ormanlarını kesmeye devam ettiği sürece yeryüzünün biyolojik çeşitliginin yarısı yüzyılın sonundan önce kaybolmuş olacaktır…”

Ne Yapmalı?

Birlikte, “Barış için Diyaloglar” kitabını yazdığımız Japon dostum Daisaku Ikeda, bana aşağıdaki şark meselini anlattı;

Bir gölcükteki nilüferler her gün iki misli büyüse, ve işgal ettikleri alan da gün sonunda iki misli artsa, su yüzeyini tamamen kaplamaları için tam otuz gün gereklidir.

Sonuçta, yirmi dokuzuncu gün gölün sadece yarısı kaplanmıştır. O gün suyu gözleyenler, yüzeyin yarısının boş olduğunu ve dolaysıyla hiçbir tehlikenin söz konusu olmadığını düşünürler.

Gerçekte ise, gölcüğün tamamen istilasına sadece bir gün kalmıştır!”

Biz deneyimli siyasetçinin pişmanlıklarla dolu gürüşlerinin aktarılmasında aracı olduk…

Okuyanlar umarız kendilerine göre bir ders, sonuç çıkaracaklardır.

www.canmehmet.com

Resim;www.radikal.com.tr

Kaynakça; “Yerküre Manifestom”, Mihail Gorbaçov

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Anti-Spam Quiz:

*