Gerçeğini Aramayan Toplumlar : “Geçmişi Karıştırmayalım” (2)

Sömürge toplumlarında, sömürünün bitmemesi adına size sorgulama yaptırmazlar. Ancak, şüpheci yaklaşımla sorgulamadığımız her mesele bizim için bir çukur; sorguladığınız her mesele de, bizim için olayları daha iyi görebilmemize imkân sağlayan bir yüksek tepedir.

Bir Devlet’in kalıcı ve başarılı olabilmesi, ancak onu oluşturan halkın ortak kültür değerleri üzerine kurulmasıyla mümkündür.

Sabahattin Selek, (*) “Anadolu İhtilâli” isimle eserinde, Osmanlı’nın Tasfiyesi’nden sonra kurulan devleti anlatmaktadır :

“…Anadolu İhtilali bir halk hareketi değildir. Bazı kimseler, bunu, millî burjuva hareketi olarak vasıflandırmışlardır. Bu iddiada da, büyük bir gerçek payı yoktur. Türkiye’de batı burjuvazisi gibi şuurlu ve teşkilâtlı bir sınıfın bugün bile bulunmayışı, kanaatimizi doğrulamaya yeter. Anadolu burjuvalarını millî hareket içinde olduğu kadar, dışında da görmekteyiz. Gerçi, Yeni Türkiye’nin kuruluşunda ve şekillenmesinde, burjuvazinin önemli etkisi olmuştur.

Ama, bu vakıadan, Anadolu İhtilâlinin bir burjuva ihtilâli olduğu hükmüne varılabileceğini sanmıyoruz.

Anadolu İhtilâli, aslî unsuru İttihatçılar (asker ve sivil) olan bir karma kadronun, daha doğrusu bir aydın ekibin yarattığı ve yürüttüğü bir harekettir. Buna, yabancı yazarlardan bir çoğunun da işaret ettiği gibi seçkinler hareketi diyebiliriz.

…Anadolu İhtilâlinin öncüleri ve yöneticileri de pek az farkla, aynı fikir çizgisinde bulunuyorlardı.

Başlangıçta, ihtilâlin hazır bir ideolojisi ve yetişmiş bir ideoloğu yoktu.

Hareketin şefi, aynı zamanda ideolog olmak zorunluğunda idi. Ve ihtilâlin ideolojisi, hareketle beraber, hattâ hareketin arkasından gelmişti.

Bu sebeple, Yeni Türkiye’nin kuruluşunda, ideoloji çok defa günün şartlarına uydurulmuştur. (1)

Ahmet Ağaoğlu’nun “Hâkimiyet-i Milliye” gazetesinde çıkan bir seri yazısı, bize bu hususta derli toplu bir fikir vermektedir.

10 Mayıs 1922’de başlayıp, 15 Ağustos 1922’de biten bu yazı serisinde ileri sürülen endişe ve yapılan tahlilleri, millî hareketin resmî organında yayınlandığı için, yalnız Ağaoğlu’nun görüşü olarak kabul etmek mümkün değildir.

Bu bakımdan, zaferin hemen eşiğinde yayınlanan seri yazının önemli kısımları üzerinde duracağız. (2)

Ağaoğlu, “İhtilâl mi, İnkılâp mı?” başlıklı yazılarının ilkine şöyle başlamıştır :

” – Biz neyiz ? Nereye doğru yürüyoruz ?

– Geleceği nasıl düşünüyoruz ?

– Ufkun öte tarafında bizi ne bekliyor ?

– Memleketimiz ve halkmız için, gelecekte ne gibi bir hayat tasavvur ediyoruz ?

Özetle, hangi ülkünün gerçekleşmesine doğru yürüyoruz ?”

Yazı serisi, bu soruların cevaplarını araştırmakla uzayıp gittiği halde, sorular cevapsız kalmıştır. Fakat yazar, o günlerde herkes için meçhul olan bu soruların niçin cevaplandırılmadığını kesinlikle söylemiştir : Düşünürümüz ye ideoloğumuz yok.

“Birleştiğimiz tek nokta; vatanı kurtarmak, millî varlığımızı ve istiklâlimizi sağlamak.” diyen Ağaoğlu, “bunu sağladıktan sonra ne olacak?” sorusunu ortaya atmaktadır.

Türkiye’de, günümüze kadar gelmiş her ihtilâlde, “hele bir yıkalım, sonra düşünürüz” parolası hâkim olduğu gibi, Ağaoğlu’nun belirttiğine göre o günlerin parolası şöyledir :

“Bir kere düşmandan memleketi kurtaralım, sonra, bu hususları düşünürüz.”

…Olayların gelişmesinden, millî hareketin, cumhurî bir millî devlete yöneldiği anlaşılmaktaydı. Fakat bütün bunlar, Ağaoğlu Ahmet Bey’in şu acı gerçeği görmesine engel olamamıştı :

“Millî hareket, ne bir nazariyenin, ne de bir felsefe akımının, ne de belli bir siyasal ve sosyal eğilimin mahsulüdür.”

Ağaloğlu’nun düşünme istidadı olan kafaları sarsmak ve açıkça belli ki, henüz idrâk etmemiş olanlara, yeni düzende bir devletin kurulmakta bulunduğunu anlatmak isteyen 18 & 24 Mayıs ve 1 Haziran 1922 tarihli yazılarında, Millî Hareketin ortaya koyduğu gerçekler tasnif ve tahlil edilmiştir. Ağaoğlu’na göre bu gerçekler şunlardır :

1- İstanbul, yöneticilik ve önderlik görevini kaybetmiştir.

2- Osmanlı devletinin cevheri Anadolu’dur; fakat Anadolu, imparatorluk manzumesi içinde dışa düşmüştür.

3- Saray ve Bab-ı Âli İflâs etmiş, madde ve manâ olarak yıkılmıştır.

4- Anadolu halkının şimdiye kadar fark edilmemiş bir özelliği ve değeri vardır.

Bu yazı serisinde yazar nihayet, kurulacak devlette hükümet şeklinin ne olabileceğini araştırmakta ve çeşitli ihtimaller üzerinde durarak, batı tipi demokrasiyi en uygun hükümet şekli olarak tavsiye etmektedir.

Ağaoğlu’nun makalelerinde Osmanlı Devleti düzeni, medrese ve tekke, toplumun sosyal yapısı, halkçılık, demokrasi ve Marksizm yer yer incelenmekte, memleketin anlaşılmıyan fikrî bir herc-ü merç (karışıklık) içinde yuvarlandığı belirttikten sonra, şu yol gösterilmektedir :

“Kalple, hisle doğulu olmak; kafa ile batılı olmak”.

“Kültür bakımından Türk-İslâm kalmak ve uygarlık bakımından Avrupalı olmak”. (3)

* * *

Sebahattin Selek, CHP kültüründen (mutfağından) gelen birisi olarak, şahit olduklarını aktarmış ve araştırmacılar için önemli bir eser bırakmıştır.

Onun yazmadıklarını, belki de yazmak istemediklerini biz yazarak, araştırmacılar adına sormuş olalım :

Peki, Yeni Devlet (Cumhuriyet) kurulurken, hareketin içerisinde olan Yabancı Elçilikler ve Yahudiler nereye oturtulacaktır?

Örneğin :

– Bir Emanuel Karasu : Selanik Milletvekili-İtalyan Vatandaşı, İttihat – Terakki üyesi.

– Bir Halide Edip : (**) Türkçü Yazar, (Yahudi) ABD’li Misyoner Cyrus Hamlin’in kurduğu Robert Kolej mezunu.

– Bir Moiz Kohen : (Bilinen adı ile) Türkçü Munis Tekinalp (***) Bir haham’ın oğlu ve İttihat – Terakki üyesi.

– Bir Hayim Nahum :  İstanbul ve Mısır Hahambaşısı (hakkında geniş bilgi aşağıda verilmiştir).

– Rusya ve o sırada ülkemizi işgal eden İtalya, Fransa ve İngiltere’nin, Milliyetçi Ankara Hükümeti’ne (maddi-manevi) yardımları ve hangi amaçla yaptıkları belli olmayan büyük ölçüdeki destekleri ?..

Burada araştırmacılara çok önemli bir görev düşmektedir.

Özellikle Yahudiler, Osmanlı İmparatorluğu’nun Tasfiyesinde ve Yeni Devlet’in Kurulmasındaki kurgularda (planlarda) hangi amacı taşımışlardır ?

Neden özellikle, “Türkçülük-Milliyetçilik” Fikrî Temel’inin oluşturulmasında büyük çaba harcamışlardır ?

Bunların ortak paydası neden “Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması / tasfiyesi, özellikle de Cumhuriyet ve Lâik sistemin getirilmesi, yerleşmesi”dir ?

Hareket noktalarında, nihai hedeflerinde ne vardır ?

Genel çerçevede bakıldığında görülen, Yeni Devlet ile ilgili Kurucu Felsefenin, “Kervan yolda düzülür!” anlayışı ile, önceden bir “Fikrî Temel” hazırlığının olmadığı ve ilerleyen süreçte, el yordamı (hatta büyük ölçüde iç ve dış telkinlerle) oluşturulduğudur.

Ve Yeni Devletin (Cumhuriyetin) kuruluşunda büyük emekleri olduğu iddia edilen Yahudi Hayim Naum (Nahum)… Meraklıları için önce kaynağımızı verelim :

Haberin (röportajın) yayımlandığı tarih ve kaynak : 10 Kasım 1919. The New York Times gazetesi.

Haberin Orijinal Bağlantısı : http://query.nytimes.com/mem/archivefre /pdf?res=9F05E2DF1E38EE32A25753C1A9679D946896D6CF

(Hahambaşı Nahum) KEMAL PAŞA’YI VATANSEVER BİR TÜRK OLARAK ADLANDIRIYOR

Türkiye Hahambaşısı, (Türk) Ulusalcıların, Müttefikleri (bizim notumuz: İtilaf Devletleri) Tehdit Etmediğini Söylüyor

WİLSON FORMÜLÜNÜN UYGULANMASI

(Hahambaşı) Ulusalcıların, Sadece Tamamen Türk Nüfusunun Bulunduğu Bölgeleri Kontrol Etmek İstediklerine İnanıyor.

Yazar : EDWIN L. JAMES.

(Paris, 09 Kasım.) The Matin (gazetesi) bugün, Türkiye Hahambaşı olan (Haim) Nahum Efendi ile yapmış olduğu uzun bir röportajı yayınlıyor. İstanbul’dan yeni gelmiş olan Hahambaşı, Türkiye’deki ulusal hareketin, müttefiklere karşı yönlenmemiş olduğunu ifade ediyor. Açıklaması, Türkiye’den gelen diğer raporlarla örtüşmüyor olsa da, the Matin (gazetesinin) işaret ettiği gibi, onun fikri saygıyla karşılanmalıdır. Savaş boyunca, Türkiye’deki Yahudi Birliği’nin 30.000’den fazla öğrencisi bulunan 75 adet okulunu devam ettiren adamın becerisini takdir ediyor.

Hahambaşı, “Ulusalcı hareketin Mustafa Kemal’i, bir gerçekliktir” dedi. “Anadolu’daki tüm Türk nüfusu onunla birlikte. Eski düzenli ordunun kalıntılarından ve gönüllülerden oluşan, –sanıldığı kadar güçlü olmasa da- bir ordusu var. Bir miktar harp malzemesi var ve daha fazlasının elde edilmesinin de bir anlamı yok.”

“Bana bu hareketin Müttefikler için, özellikle de Suriye’nin büyük bir bölümünü, Kilikya’yı ve birkaç Türk vilayetini mandası altına almış olan Fransa için tehlikeli olup olmadığını soruyorsunuz. Açıkçası, buna inanmıyorum. Sebeplerim de şunlardır : Ulusalcıların hareketi, yarı resmi olmayı başardı. Damat Ferit Paşa kabinesi zamanında, Mustafa Kemal bir asiydi. Müşir Rıza Paşa’nın başkanlığındaki kabine içinse bir iş ortağı. Mustafa (Kemal) bir maceracı ya da bir fanatik değil. Türkiye’nin uluslararası durumunun ne kadar tehlikeli olduğunun bilincinde ve bunu daha kötü hale getirecek hiçbir şey yapmaz. Hükümetine bağlı ve (hükümetin) emirlerine itaatsizlik etmiyor. Onun programı, Wilson Prensibinin bir uygulamasıdır; bir başka deyişle, Osmanlı bölgeleri Osmanlı olarak kalmalıdır, daha fazlası değil.“

“Eğer bazı Arap hoşnutsuzlar, İngiltere ve Fransa’ya karşı bir mücadele için Mustafa Kemal’den destek bulduklarını söylüyorlarsa, onlara inanmayın. Ya sizi tuzağa düşürmek ya da sizi yanlış  yönlendirmek istiyorlardır. Eğer tamamen Türk olan bölgeler için geçici bir anlaşma yolu bulunursa, Türk Ulusalcılarından bir tehlike gelmez. Ve inanıyorum ki, diplomatların çalışmalarının işe yaramasını ummadan (önce), tüm ilgililerin yararına olacak tatmin edici düzenlemeleri yapmak mümkündür. Bugün Türkiye’yi işgâl etmek için büyük ve masraflı orduları getirecek olan bir ülke var mıdır ? ”

“Bugün Türkiye’nin sorunlarının çoğu, belirsizlikten kaynaklanıyor. Türkiye’nin geleceğini hızlı ve iyi şekilde planlayın, sizin şartlarınıza uyacaktır ve sükûnet geri gelecektir. İstanbul’daki gıda durumu iyileşiyor. Bir somun beyaz ekmek, 18 kuruştan, yani yaklaşık 2 franktan alınabilir. Sebzeler bollaştı ve Türkiye gıda konusunda büyük bir sıkıntı çekmiyor. En büyük kriz, ev konusunda yaşanıyor. İstanbul’daki birçok yangının sonucu olarak, 40.000 insanın barınağı yok. Devletin, görev yükü sıklıkla üç katına çıkan bir görev ordusunu desteklemesi gerekiyor. Genel bütçe, 30.000.000 liradan 70.000.000 liraya yükseldi ve gelirler büyük ölçüde azaldı.”

“Fakat bu durumda umutsuz bir hâl yok; barışın gelişiyle ve Müttefiklerin (itilâf devletlerinin) de yardımıyla Türkiye, yüksek akla sahip bir Sultan’ın yönetiminde, Doğu’nun düzeninde etken ve yine müreffeh, borçlarını ödeyebilen bir ülke olabilir.”

Ve “1947’de yayın hayatına başlayan “Türk Yahudi basınının tek temsilcisi ŞALOM,” gazetesinden de bir alıntımız var.

Baş Haham Haim Nahum Efendi

Tarih 14 Kasım 1960; Radyo Kahire şu mesajı yayınladı : “Haim Nahum, 1925 yılından bu yana Mısır Yahudilerinin Hahambaşı olan Kahire’de bugün 88 yaşında öldü.”

“Haham Nahum hem Türkiye hem de Mısır’daki devlet başkanları ve bakanlardan çok istifade etti. Yahudi ve Müslüman tarihi ile Semitik dili konusunda uzman olan Haham Nahum, 22 yıl önce görme yetisini kaybetmişti.

Manisa’da doğan Haham Nahum, lisans eğitimini İstanbul’da tamamladıktan sonra, Paris Üniversitesi’ni ve Fransız Yahudi Din Yüksek Okulu’nu bitirdiğinde, 1897 yılında Haham unvanını kazanmıştır.O tarihte İstanbul’da değişik dini ve lâik okullarda öğretmen olarak çalışan haham, 1908’de Osmanlı Hahambaşı’lığına seçildi ve Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar bu görevi sürdürdü.

1924 yılında Kahire’ye taşındı ve ertesi yıl Mısır Baş Hahamı seçildi.

Bununla birlikte, Baş Rahip Haham Nahum Efendi’nin hem Osmanlı İmparatorluğuna hem de Cumhuriyete olan katkılarına değinmek ve genişletmek gerekiyor.

Savaşın bitiminde Sadrazam İzzet Paşa, Hahambaşı’yı Avrupa ülkelerine göndererek, devam eden barış görüşmeleri sırasında Osmanlı’ya destek verebilecekti. Hem görevdeki çatışmalar nedeniyle, hem de ülkedeki giderek gerginleşen siyasi durum nedeniyle, bu göreve geri döndüğünde Rabbi Nahum Efendi 1919’da Paris’te yerleşmeye karar verdi.

Oraya vardığında, bu ülkeye destek vermeye devam etti. Özellikle zamanın en popüler gazetelerinden biri olan “Le Matin” de yayınlanan bu makalelerle, Türkiye’nin Avrupa’nın en yakın müttefiki ve güvenilir bir arkadaş olabileceği konusundaki inancı sürekli olarak belirtildi. Yazı yazmakla kalmadı, Fransız yetkililerle ve diğer ülkelerin bu konudaki elçileri ile da sürekli görüştü.

Kasım 1922’de, Lozan’daki barış konferansının yapılacağı belli olduğunda, Haim Nahum Efendi, müzakerelere katılan delegasyonla danışmanlık yapmak üzere TBMM tarafından davet edildi. Bu görevi kabul eden Haim Nahum, konferansın başarıyla sonuçlanmasını sağlamak için tüm bilgi ve görüşmelerini müzakerelerde kullandı. “ (4)

Konuyu biraz daha açalım :

15 Ocak 1924 tarihinde İngiltere Kralı V. George, Avam Kamarası’na yaptığı açış konuşmasında, Lozan’ı ilgilendiren bir kanun tasarısının derhal görüşülmek üzere Parlamentonun gündemine geleceğini belirttikten sonra şu çarpıcı cümleyi sarf eder :

– “Bu tasarı kabul edilir edilmez Lozan Antlaşması onaylanmış olacak ve YENİ BİR ÇAĞ AÇILACAKTIR (metin daha sonra; “YENİ BİR BARIŞÇIL İLİŞKİLER ÇAĞI AÇILACAKTIR”  olarak değiştirilmiştir. ) (4)-(5)-(6).

İngiltere Kralı’nın, “yeni bir çağ açılacaktır (!)” ifadesinde kastettiği, acaba,

Fatih Sultan Mehmed’in açtığı çağ’ın kapatılması ile açılacak olan yeni bir çağ’mıdır?

Bunların, Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesiyle veya,

Tüm inanışların liderleri yerlerinde bırakılmasına rağmen,

Hilâfet makamının kaldırılarak, İslam Dünya’sının temsilcisiz bırakılmasıyla bir ilgisi var mıdır?

İnönü’nün  Lozan görüşmelerinin yapıldığı dönemlerde bir dönüşü esnasında, Atatürk’le baş başa trende görüştüğü konu da bu olmalıdır.

– “Ya Hilafeti kaldırırsınız…”

– “Ya da !…”

-“Hayim Naum, Londra’da, derhal Lord Kürzon ile temas aradı ve temin etti. O zamanki İngiliz politikasının nâzımı mevkiinde bulunan bu Lord, nesebinin (soyunun) bir tarafıyla Yahudi idi. Hahambaşı, davayı aynen kabul etmek için bütün şartlara malik bulunan Lord’u, ancak Türkiye’ye bazı ivazlar (ödünler) vermek ve istiklâlini kabul etmek mukabilinde ona, islâmiyete arka döndürtmenin mümkün olacağı mevzuunda ikna etti. Böylece Türkiye’de, İslâm âlemi üzerinde nüfuz ve ehemmiyet ifade edecek hiçbir vasıf kalmayacaktı.

Hayim Naum, İngiliz Lord’una, milyarlarca Sterlin ve yüz binlerce insan feda ederek elde edilemeyecek bir kazancı, basit ve bedava bir formülle takdim ediyordu.

Hayim Naum’un son sözü şu oldu :

– “Türkiye’nin mülk-i tamamiyetini kabul ediniz; onlara ben, İslâmiyet temsilciliğini (kenara) attırmayı kabul ve taahhüt ediyorum!”

– İleride, ileri bir müverrihin (tarihçinin) en ince noktalarına kadar teyit edeceği ve kaynakların en emininden devşirdiğimiz bu bilgiye ilâveten kaydedelim : Lord Kürzon, Hahambaşının bu teklifi karşısında o kadar heyecana düştü ki, bir İngiliz politikacısına yakışmayacak bir tarzda hislerini belli eden bir taşkınlık gösterdi, elini hararetle uzatıp teklifi kabul ve Hayim Naum’u tebrik etti.

– Bunun üzerine Hayim Naum, derhal koşar adımla Lozan yolunu tuttu. (o sırada) İsmet Paşa Lozan’dadır ve o güne kadar hemen her devletle anlaşmış olduğu halde, bir türlü İngilizlerle anlaşmanın çaresini bulamamıştır. Şüphesizdir ki, Ankarayla beraber, hiçbir tertipten haberdar değildir.

– Hayim Naum, derhal İsmet Paşa ile bir konuşma yaptı ve onunla, geceleyin, geç vakitlere kadar beraber kaldı. Son derece nazik, gizli ve hileli bir dil kullanan Hahambaşı, teklifini, Türk Murahhaslar Heyeti Reisine, mümkün olduğu kadar zehirsiz ve yumuşak şekilde bildirdi. Heyet Reisi, hayretler içinde, bu teklif ve telkine şu cevabı verdi :

– “Meseleyi Ankaraya bildirip mütalâa (görüş) ve direktiflerini aldıktan sonra size cevap verebilirim.”

Ve İsmet Paşa, teklifi, şifreyle Ankara’ya bildirdi.

Ankara’daki Devlet ve Hükümet Başı, haberi alır almaz, derhal Hayim Naum’un Ankara’ya gelmesi talimatını gönderdi.

Hahambaşı hemen Türkiye yolunu tuttu. Amerika’da giriştiği propagandalar muktezası (gereği) olarak, büyük ve son derece sempatik bir Türk dostu tavrını almayı unutmamıştı.

Hayim Naum’un davaya verdiği ehemmiyet derecesini düşünün ki, kendisi aile efradına fevkalâde düşkün bir kimse olduğu ve ailesi Haydarpaşa taraflarında oturduğu halde, bunca hasrete rağmen onlara bir “Nasılsınız ?” bile diyememiş, Sirkeci garından inip, doğru(ca) Haydarpaşa garında trene atlamış ve dosdoğru Ankara’yı boylamıştır.

Lozan’da İsmet Paşa, maiyetinden birine, bir gece evvel Hahambaşının kendisine geldiğini; şu şu, şu, şu tekliflerde bulunduğunu anlatıyor ve o zat ile Paşa arasında, aşağıdaki konuşma geçiyor :

– Yahu, bu kerata bize İslâmi temsilciliğimizi kaldırtmak istiyor.

– Hiç olacak şey mi bu ?

– Vallahi öyle…

– Ya ne olacak şimdi?

– Ankara’ya yazdım, bakalım ne cevap verecekler ?..

Hayim Naum Ankara’da bir gece kalıp, derhal İstanbul’a dönüyor ve Ankara’dan aldığı talimatı hamil olarak (taşıyarak) Lozan’a damlıyor.  (8)

Devam edecek…

www.canmehmet.com

Teşekkür: Konu ile ilgili makalelerin İngilizceden Türkçeye tercüme edilmesine değerli katkılarından dolayı evladım Yılmaz Tamer Argüç’e teşekkür ediyorum.

(*) Sebahattin Selek (1921 -1990), Türk yazar ve siyasetçi. Tokat’a bağlı Erbaa ilçesinde 1921 yılında dünyaya gelen Selek, Erzincan Askeri Ortaokulu’nu, Bursa Askeri Lisesi’ni ve daha sonra da Kara Harp Okulu’nu bitirdi. Mezun olduktan bir süre sonra da subay olarak orduya katıldı. Ancak fazla uzun sürmeden 1944 yılında bu işinden ayrılarak 1947-50 döneminde Ant gazetesinde ve sonrasında Cumhuriyet Halk Partisi’nin İşçi Bürosu’nda görev aldı. Ardından 1957 yılında Selek Yayınevi’ni kurdu. 27 Mayıs Darbesi sonrasında da Basın İlan Kurumu’nda kurucu genel müdür olarak göreve başladı. 1940’ların ikinci yarısında CHP İstanbul İl Başkanlığı bünyesinde işçi bürosu oluşturulmuştur. Başkanlığına CHP il örgütünden Dr. Rebii Barkın, genel sekreterliğine yine CHP örgütünden Sabahattin Selek getirilmiştir. Sebahattin Selek, 1966 yılında Anadolu İhtilali adındaki eseriyle Yunus Nadi Ödülü’nü kazandı. Daha sonra da 1973-77 yılları arasında CHP Ankara milletvekili olarak mecliste görev yaptı.

(**) Halide Edip Adıvar (1884 -1964) Türk yazar, siyasetçi, akademisyen, öğretmen. Halide Onbaşı olarak da bilinir. Halide Edip, 1919 yılında İstanbul halkını ülkenin işgaline karşı harekete geçirmek için yaptığı konuşmaları ile zihinlerde yer etmiş usta bir hatiptir. Kurtuluş Savaşı’nda cephede Mustafa Kemal’in yanında görev yapmış, sivil olmasına rağmen rütbe alarak bir savaş kahramanı sayılmıştır. Savaş yıllarında Anadolu Ajansı’nın kurulmasında rol alarak gazetecilik de yapmıştır.

MERAKLISINA NOT : Halide Edip için “Yahudi” olduğu iddiası vardır. Kaynak için bakınız; “I.Dünya Savaşı Yıllarında İngiliz istihbarat Raporlarında Fişlenen Türkiye”  Doç. Dr. Bülent Özdemir.  Sahife 50.

“Halide Hanım  bir kadın. Türk kadınının oy kullanma hakkını savunan bir Yahudi. Cemiyet yanlısı. Tanin’de yazmakta. Çok iyi bir romancı.” denilmektedir. Daha fazlası için bakınız :    1) https://www.canmehmet.com/robert-kolej-dosyasi-bir-misyoner-okulu-bir-imparatorlugun-hakkinda-gelebilir-mi-3.html     2) https://www.canmehmet.com/robert-kolej-dosyasi-arsa-satan-adam-kiyamete-kadar-onlarin-can-sesini-dinlesin-6.html

(***) Munis Tekinalp: (Moiz Kohen, 1883, Serez – 1961, Nice), Türk milliyetçilik akımının önde gelen üyelerinden olan yazar ve düşünürdür. Tekinalp, 1883’te Serez’de, bir hahamın oğlu olarak Yahudi bir aile içinde “Moiz Kohen” adıyla dünyaya geldi. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye oldu. Selanik’te çıkan Asır adlı bir Türkçe gazetede yazılar yazdı. Balkan Savaşı’ndan sonra İstanbul’a geldi. İsmini “Munis Tekinalp” olarak değiştirdi. 2004 yılında Liz Behmoaras tarafından kaleme alınan Bir Kimlik Arayışının Hikâyesi adlı kitap Munis Tekinalp’in yaşam öyküsünü konu almıştır. Tekinalp hakkındaki en önemli kitap Jacob M. Landau tarafından kaleme alınan Tekinalp: Bir Türk Yurtseveri (1996) başlıklı kitaptır. Kitapta Tekinalp’in II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e uzanan düşünsel serüveni, hem kendi yazılarından örneklerle hem de Landau’nun değerlendirmeleriyle izlenebilir. (Moiz Kohen bilgileri, Vikipedi’den naklen).

(1) Anadolu İhtilali, Sahife : 702.

(2) A.g.e : S.703.

(3) A.g.e.

(4) http://www.salom.com.tr/haber-96099-chief_rabbi_haim_nahum_effendi.html

(5) http://www.haber7.com/haber/20101208/Israilliler-Ingiliz-General-Allenbyyi-nicin-sever.php

(6) Fransız komutan D’esperey, Fatih’in İstanbul’a girişine gönderme yaparak Türklere, Fatih’ten Pera’ya kadar düzenlenmiş zafer alayı ile de diğer işgal ordularına mesaj vermiştir. D’Esperey’in girişi, o denli gürültülü ve küstahça yapılmıştır ki; Süleyman Nazif’in, Hadisat’da ünlü ”Kara Bir Gün” başlıklı yazısını yazmasına yol açar. (Prof.Dr. Yaşar AKBIYIK, M.Mücadelede Güney Cephesi – Maraş, Atatürk Araştırmaları Merkezi, 1999 – Ankara, Sina AKŞİN, İstanbul Hükümetleri Ve Milli Mücadele. Cem Yayınevi)

(7) “Mustafa Armağan, Zaman gazetesinde 4 Mart 2012 günü “Hilafetin Kaldırılmasını İngilizler mi İstemişti?” başlıklı bir yazı yayınladı. Armağan yazısında “hilafetin kaldırılması ve laikliğe gidiş, daha Lozan’da dayatılmış, Türkiye’nin kurulmasına bu şartla izin verilmişti” fikrini ileri sürüyor ve bu fikri desteklemek için gösterdiği delillerin arasında, İngiliz arşivlerinde bulduğunu ve ilk defa yayınlandığını söylediği bir belge (CAB/23/46, s. 424) dikkat çekiyor.

(8) Büyük Doğu Dergisi, 21-28 Ekim 1949, Sayı : 2-3. (Vesikalar Konuşuyor, Büyük Doğu Yayınları, 1. Baskı / s. 96-104).

2 thoughts on “Gerçeğini Aramayan Toplumlar : “Geçmişi Karıştırmayalım” (2)

  1. Ön yargısız bloğu okudum. Tesadüfen geldim. Daha önce okuduklarım ile benzer aslında. Bilimsellikten uzak gerçekçi kaynaklara dayanmayan güvenilmez spekülatif hikayeler. İşte dayatılan doğruların esiri olmayın karşıt görüşleri araştırın başlığı altında bir sürü hikaye. Doğru önermelerin altında, gerçek dışı doğruluğu ispatlanmış ve hatta mümkün de olmayan anlatılar.
    Yok Tarih öyle birşey değil. İki dilde okur yazarım. Orijinal dillerinde de okudum öyle 19-Mayıs 1919 dan da başlamıyorlar Tarihi anlatmaya uluslararası Tarihçiler. Tüm yazarların (Tarihçi olanların) yazdıklarının akademik bir değer taşıması için sadece doğrulanması imkansız hatırat (hatıratlar da önemlidir elbette ama tekbaşına yetmez) o bunu dedi bu bunu dedi, şu aslında yahudiydi, bu aslında mozambikliydi demenin ötesinde güvenilir gerçekçi kanıtlanabilir belgeler ile desteklenmiş, karşılaştırmalı hatıratlar (yani kaynak gösterilen tek bir komutanın hatıratı ile olmaz o iş) vesaire gerektirir. O yüzden de tarih yazarları Atatürk’ü ya da Türkiye’yi hazetmeseler bile bilimsellikten ve akademik değerlerden uzaklaşmadan milli mücadeleyi yazdıklarından tarih kitaplarında anlatılanlar benzeşir.
    Bu arada benim de ilkokul öğretmenim Selanik’liydi. Pek dindar da değildi ama kabalist faaliyetleri varmıydı bilemedim. Şimdi bakın aklımda çılgın sorular, en yakın arkadaşlarımdan biri de yahudi aynı mahallede büyüdük, kan mı çekiyor acaba!
    Gözünüzü seveyim şu yahudileri bir rahat bırakalım. Herşeyin ardında onların ve onların komplolarının olduğunu savunmak ve bunun mahalledeki ilkokul mezunu manavımızca dahi bilinmesi saçmanın ötesinde son derece ırkçı bir bakış açısı.
    Neyse bunları da okumak lazım ancak bilgi ve bilgileri gerçekten de iyi araştırmak güvenilirliğini sorgulamak, farklı düşüncelere açık olmak ancak hakkettiği kadar değer verip cidiye almak lazım.

    1. Değerli Günhan Cem Altınay, yazılarımızı zaman harcayarak okumanıza ve emek vererek yazdığınız görüşlerinize teşekkür ediyorum.
      Bilirsiniz, tartışmak (karşılıklı olarak) doğrulara ulaşmanın bir yoludur. Bizim anlayışımızda insana, insani değerlere saygı gösterenler değerlidir.
      Kimseyi, ne inancı, ne de milliyeti ile sorgulamayız; Irkçılık yaparak (siyonizm, vb.) çıkarları için diğer insanlara zarar vermediği sürece. Ki: Osmanlı İmparatorluğu ; insanları ne inançları ile sorgulamış, ne de milliyetleri ile.
      Tarih, tüm yaşanmışları ile henüz bilinmemektedir.
      Açık ifadesi ile, herhangi bir konudaki “Kesin hüküm” tarihsel olaylara yakışmaz.
      Her komutan elbette kendi penceresinden (değerlerinden) anılarını yazacaktır. M.Kemal Paşa’nın “Nutuk” anlayışından olduğu gibi.
      Özetle: (Ezberletilenleri bir tarafta bırakarak) Toplum olarak daha çok okuyacak, araştıracak ve sorgulayacağız. Sağlıcakla kalınız.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Anti-Spam Quiz:

*