Cumhuriyet Dini Yasaklamanın Sonucunu Öngöremedi mi ? (1)

Acı olanı : Dünyanın en ileri medeniyetini kurmuş olan İslâm’ın, inananlarınca (bilinmediği için)  eleştirilmesi; vahim olanı ise, inananlarının İslâm’ı öğren(e)memiş ve hiç yaşa(ya)mamış olmalarıdır.

Bu yazı dizisine, Aliya İzzet Begoviç’ten (*) bir alıntı ile başlayacak ve ilerleyen bölümlerde, nerede ise “ne İslâm’ı ve ne de Müslümanlığı hiç öğrenememiş olduğumuz gerçeği” ile yüzleşeceğiz.

(–Aliya İzzet Begoviç’ten yapılan alıntının başlangıcı–)

“Halife Harun er-Reşid’ in yaşadığı zamanda şehir (Bağdat), 500 yıldan biraz fazla eski idi ve dünya kültür ve zenginliğin merkeziydi. Bazı tespitlere göre XI. (11.) asırdaki nüfusu, iki milyondan fazla idi ve kuşkusuz, zamanında dünyanın en büyük şehriydi. İslâm geleneğinin büyük halifesi olan Harun er-Reşid’den bahsederken, J. Rissler şöyle yazmaktadır :

Onun büyüklüğü, yetenek ve ruh sahibi insanları adeta mıknatıs gibi başkente doğru çekmekteydi. Böylece o etrafında, alışık olunmayan ve şair, hukukçu, hekim, dil bilimcisi, musiki erbabı ve sanatçılardan oluşan bir meclis toplamıştı. Harun er-Reşid’in sarayında olduğu gibi öylesine kaliteli aydınlarının toplandığı başka bir yere tarih tanıklık edememektedir. O, ince kültür ve hoşgörünün zamanıydı. Halife Me’mun zamanında (Harun er-Reşid’in halefi) İslâm devleti topraklarında 11.000 Hıristiyan kilisesi, yüzlerce sinagog ve zoroastra (ateşe tapanların tapınakları) mevcuttu.

1065 yılında Bağdat’ta kurulan Nizamiye Üniversitesi, bütün büyük İslâm şehirlerindeki yüksek okullara numune olmuştur. Burada Kur’an-ı Kerim, Hadis, hukuk, Şafii mezhebinin özel hukuku, filoloji, edebiyat, coğrafya, tarih, etnografya,  Arkeoloji, astronomi, matematik, kimya, musiki ve geometri okutuluyordu. Kısa bir süre sonra yine Bağdat’ta, Mustansiriyye ismi ile meşhur olan ve hukuk, pozitif bilimler, edebiyat ve sanatı okutan evrensel İslami bir merkez kuruldu. O, uluslararası genel kültürü bakımından önemi olan, daha sonra batının da Paris Üniversitesi’nde dört Hıristiyan milleti birleştirerek taklit edeceği gerçek bir organizasyondu. İlkokul ve ikinci dereceli okullarda (medreselerde) eğitim ücretsizdi.

Bazıları Mekke, Kahire, Bağdat veya Şam’ın yolunu tutup, bu şehirlerdeki büyük alimleri dinlemek için gidiyorlardı. Yolculuk esnasında her yerde ücretsiz kalacak yer, yemek ve ders bulabiliyorlardı. Tek kelimeyle Xl. (11.) Asırdan XII. (12.) asra kadar, o zamana kadar görülmemiş bir şeyi görüyoruz : Kitaba karşı her tarafta ölçülemez bir arzu, alimlerin hitabetiyle çınlayan binlerce cami, şiir ve felsefe tartışmaların yapıldığı binlerce emir (yönetici) sarayı, ilim peşinde olan coğrafyacı, tarihçi ve ilahiyatçının dolu olduğu yollar. Bu, İslâm tarihinin en önemli entelektüel devresidir’. (J .Rissler)

Beş yüzyıl zarfında, 700 ile 1200 yılları arasında İslâm, medeniyetinin üstünlüğü sayesinde dünyaya hakim olmuştu. ‘Marakeş’te Halife En-Nasır, İbn-ı Rüşd (Averroes) ile Aristo ve Platon hakkında tartışırken, o sıralarda batıdaki aristokrat kesimi, okuma yazma bilmemekle övünüyordu’.

Emevi sultanı mütefekkir Hakim, 400.000 ciltlik kütüphaneye sahip idi ve 400 yıl sonra ‘Bilgin’ lakaplı Fransız kralı V. Şarl, ancak bin adetten az fazla bir kitap sayısıyla övünebildi. 891 yılında Yakubi, Bağdat’ta 100’den fazla kütüphane saymaktadır. ‘Bu devirde edebiyat ve sanata yardım etmeyecek birinin zengin olması düşünülemezdi’. (Rissler).

Irak’ın küçük bir kasabası olan Nadife’de bulunan kütüphanenin içinde 40.000 cilt kitap, Hama’lı kürd prensi Ebu’l-Fida’nın şahsi kütüphanesinde 70.000 cilt, Güney Arabistan’da olan Resuli Emir El-Muayyed’in kütüphanesinde 100.000 cilt, Maraga’da 400.000 cilt kitap bulunuyordu ve Rey’de bulunan kitapların tasnif edilmesi için 10 büyük katalog gerekiyordu. Fakat en kapsamlı kütüphane, 6.500 cilt matematik ve 1.800 cilt felsefeden olmak üzere toplam 1.600.000 cilt kitaba sahip olan Kahire’deki El- Aziz’in kütüphanesidir. Buhara’da bulunan kütüphaneye gelince, meşhur İbn-i Sina burada ‘dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan’ kitaplar gördüğünü söyler.

İslâm İspanyası(nın) büyük hükümdarı olan I. Abdurrahman hakkında(ki) görüşünü ifade eden Rissler, onun batı hilafetinde bulunan çeşitli etnik grupları (Araplar, Berberler, Numidyalılar, İspanyollar) manevi birlik içinde birleştirmeye çalıştığını söyler ve şöyle devam eder: ‘Bu hedef, sonraki birkaç asırda İspanya’yı medeniyetin zirvesine taşıyacak hareketin temeli idi. 788. yılında, I. Abdurrahman vefat ettiğinde, Müslüman-İspanyol şiir, sanat ve tekniği göz alıcı parlaklığıyla batıyı aydınlatmaya başlamıştı’.

Hollandalı bilim adamı Dozy, Avrupa’da okur-yazarlık sadece kilisenin sayılı adamlarının tekelinde iken, İslami dönem Endülüs’ünde yaşayan nüfusun hemen hemen tamamının okuma yazma bildiğini ifade eder.

‘Bu parlak kültürün çekiciliğinden etkilenen bütün Hıristiyan Avrupa’dan çok sayıda gönül adamı ve başkaları Kurtuba, Toledo ve Sevilla’daki İslam Üniversiteleri’nin derslerine katılmak üzere akın ediyordu’ (Dozy).

Ziraat her yerde yüksek seviyede ve bilimin güçlü etkisinde bulunmaktaydı. Bu konuda daha fazla söyleme imkanımız olmadığından, elimizde bulunan bilgilere dayanarak bazı tespitlerle yetineceğiz. ‘İslam Devleti’nin her vilayetinde sulama sisteminden sorumlu devlet memuru bulunmaktaydı’.

XI. (11.) asırda Sevilla’da ortaya çıkan tartışma, 50’den fazla meyvenin üretiminin nasıl yapıldığını, bazı bitki hastalıklarının tedavisi ile alakalı olarak bazı yöntemlerini açıklamaktadır. İran’da ipek kozasının üretimi, gerçek bilim seviyesine yükseltilmişti. Buna bağlı olarak İran, hemen hemen bir asır boyunca Avrupa’nın ipek ihtiyacını karşılamaktaydı. İdrisi, eczacılık bilimi bakımından önemli olan 360 bitkiyi tarif etmiş, Sevilla’lı Ebu Abbas ise kendini deniz altındaki florayı araştırmaya vermişti [lakabı En-Nebati idi].

1190 yılında yine Sevilla’lı olan İbn-i el-Avvan; bitki, meyve, gübre çeşitlerini açıklayan ‘Kitabu’l- Pellah’ (Çiftçinin Kitabı)’ı yayınlayarak meşhur oldu. Bu ziraat uzmanı, ziraat bilimi hakkında ortaçağın büyük öğretmeni sayılabilir. Bugünkü ziraatın olağanüstü gelişmiş olması, İspanya’nın Arap medeniyetine borçlu olduğu kalıcı faydalarından bir tanesidir. Bunu ifade eden Rissler, sonuç olarak şunları söyler :

‘Nimet ve bolluk; Nil, Dicle ve Fırat vadilerinde, İran ve Suriye yaylarında büyük şehirlerin atölyelerinde ve limanlarında hakim idi’.

Temizlik ve tıp muazzam ilerleme gösterdi. Onların gelişmesi bizim için son derece önemlidir. Çünkü şüphesiz bu durum, İslam’ın emirleri ile doğrudan alakalıdır. Temizlik ve tıp hakkında söylenen hadislerin sayısı 300’den fazladır ve ‘Allah Resulü’nün Tıbbı’ adında özel bir mecmuada toplanmıştır. Bunun sonucu olarak İslam’ın ulaştığı her yerde su yolları, hamam ve hastanelere yönelik özel bir ilgi görmekteyiz. Bu devlet idaresinin kamu görevi idi. 850. yılında İslam devleti’nde 34 büyük hastane mevcuttu. Onlardan birinin tarifinde [Şam’daki ‘Bimaristan’], onun, devletin cömert desteği ile faaliyet gösterdiğini, iyi donanıma sahip olduğunu, zengin olsun fakir olsun bütün vatandaşlara kapılarının açık olduğunu ve 24 hekime sahip olduğunu görüyoruz.

Meşhur tıp tarihçisi Neugebauer diyor ki : ‘Ortaçağ seyyahlarının hepsi -ki çok sayıdadırlar- doğudaki hastane kurumlarıyla alakalı olan imrendirici düşüncelerinde hemfikirdirlerHastane organizasyonu, İslâm kültürünün en güzel icadıdır‘.

Saraybosna, su şebekesine Viyana’dan 378, Londra’dan ise 148 yıl evvel kavuştu !

Yaygın bir uygulama olarak, halka açık hamamlar İslam’ın özelliğidir ve en fakir de olsa her evde bir banyonun [veya o maksada yönelik ayrılan bir bölüm] bulundurulmasıyla, sistematik şahsi temizlik hadisesi rutin bir şeydi. Kıyaslamak için, XX. (20.) asrın ikinci yarısında ‘sokaklarında pislik, çöp, ucuz alkol kokusu ve fuhşun hakim olduğu’ New York mahallesi olan Harlem’i örnek olarak almak zorunda değiliz, Paris’i alalım. 1965 yılında yayınlanan İtalyan gazetesi “Corriere della Sera”nın bir haberini nakletmekle zorlanıyorum, çünkü neredeyse inanılmaz bir şeydir : ‘Paris’teki evlerin %66’sı ve eğer sadece şehir merkezi hakkında konuşacak olursak, o zaman evlerin tam tamına %80’inin banyosu yoktur.

Paris nüfusunun %10’u, Voltaire’nin ‘bütün Parislilerin su şebekesine kavuşmalı’ dileğinin gerçekleşmesini beklemektedir’.

773. yılında El-Mansur, milattan evvel 425. yılında Sanskritçe olarak yazılmış olan astronomi ile alakalı bazı metinlerin tercümesini istemiştir. Muhtemelen İbrahim ez-Zerkali’nin eseri olan ve gezegenlerin hareketleri ile alakalı olan meşhur Toledo tabloları, uzun zaman boyunca Avrupa astronomisinin temeli idi.

El-Bitruyi, o teori sayesinde Ptolomey’in gök cisimlerinin hareketini yorumladığı episikl ve aksantriklik teorisini devre dışı bırakarak Kopernik’ e yolunu açmış oldu,

[Batıda daha çok şair olarak bilinen] Ömer Hayyam’ın ilim araştırmaları ise, bugün kullandığımız Gregoryen takviminden de daha doğru olan takvimin bulunmasını mümkün kıldı. [Hayyam takvimi 5.000 yılda bir gün hata yaparken, Gregoryen takviminde bu hata 3.300 yılda bir gündür]. İspanyalı Müslüman ilim adamı ve optik hakkındaki kitabın yazarı olan El-İbn Heysem [Batıda Alhazen]’in bu husustaki çalışmaları Avrupalı araştırmacı Bacon ve Kepler’in çalışmalarının temelini oluşturmuştur. Avrupalı matematikçi Chasles (XIX – 19. asır), Alhazen’in çalışmalarını ‘optik alanındaki bilgilerimizin özü ve temeli’ olarak değerlendirmekte(dir ve) astronom Bigourdain (de) o çalışmalar hakkında şunu söyler: ‘Onlar (Alhazen’in çalışmaları) Ptolomey teorilerinden çok üstündür’.

Arap astronomisi hakkındaki Sedillot’un genel düşüncesi şöyledir : ‘Onuncu asrın sonunda Bağdat astronomi okulu, teleskop ve lens yardımı olmaksızın ulaşılabilecek bilimin en son hudutlarına ulaşmıştır’.

Arap şiirinin tesiri, batı edebiyatının ilk büyük şiiri olan ‘Roland Hakkında Şiir’ de [yaklaşık 1080 yılında] açıkça görülmektedir, tıpkı onun Boccacci, Chaucer, Tennyson ve Browning’e olan tesirinin tartışmazlığı gibi.

İlahi Komedisi (komedya) şairi Dante, İslâm kaynaklı güçlü tesir altında idi. Bir yazar diyor ki : ‘Bu ölümsüz şiir, gök ve cehennem yollarındaki gizemli yolculuğunu tarif eden bölümlerinde Arap tarifleriyle doludur’. Bazı yazarlar [Baruh Kalmi], bu tesiri doğrudan Kur’ an-ı Kerim’deki İsra olayına ve Miraç hadisesine bağlamaktadırlar, diğerleri ise Arap edebiyatına ve özellikle de Arap felsefeci ve mutasavvıf olan XII. (12.) asırda yaşamış İbn-ı Arabi’ye bağlamaktadırlar [J.Rissler].

Don Kişot hakkındaki fikir aslında Arap kaynaklıdır [Cervantes uzun zaman boyunca Cezayir’de esir olarak yaşamış, kendisi de bu eserini ilk olarak Arapça yazdığını söylemiştir]. Tıpkı Daniel Defoe’nin Robinson Crause adlı eserinin, Arap felsefe yazarı olan İbn-i Tufeyl’in ‘Hayy İbn Yakzan’ eserinden ilham aldığı gibi, v.s.

Herkesin kendi içinde ve kendisi için : ‘İslam bir halkın güçlerini uyutuyor mu ?’ sorusuna cevap verebilmesi için kaçınılmaz olan bu ‘gerçeklerin vurucu dozu’ için okuyucudan özür dilemek zorundayım. Bir zamanlar ilham ve eylem aşılayan, şehirleri ve devletleri kuran İslâm’ın, buna aykırı olacak bir netice vermesini kabul etmek mümkün müdür ?

Ayrıca, İslâm medeniyetinin sonuçları ile alakalı olarak verdiğimiz tasvirin parçalı ve natamam (eksik) olduğunu hatırlatmak gerekir.

Onlarca parlak isimlerle kendini ifade edebilecek İslâm Felsefesi, burada zikredilmiş değildir. İslâm Felsefesi Tarihi’nin en kısa bir tasviri bile birkaç cildi gerektirir [Örneğin ‘Les pensuer de l’İslam / İslam Mütefekkirleri’, Fransızca olan bu eser 10 cilttir]. Yine, inci kolyenin sadece iki sonu olan, Hindistan’daki azametli Taç Mahal ve İspanya’daki sevimli El-Hamra’nın da olduğu İslâm Mimarisi de zikredilmiş değildir. Belirli hedefi göz önünde tutarak biz, İslâm Medeniyeti fenomeni ile alakalı olan muazzam sayıdaki verilerden, tıpkı bir jeologun önünde bulunan muazzam büyüklükteki toprakla alakalı olarak bir avuç kum veya kaya parçası aldığı gibi sadece az sayıda, sıralamaya tabi tutmadan ve en üstte bulunanlardan bir kısmını değerlendirdik

Şimdi birçok kimse haklı olarak şu soruyu soracaktır : Böylesine tarihi gerçekler varken İslâm’ın fanatizm, cehalet ve zulüm dini olarak tanıtıldığı yalan ve yaygın efsane nasıl devamlı gündemde tutulabildi ?

İslâm hakkında ortaçağda yaratılan ve gerçekle alakası olmayan tasavvur, eskiden olduğu gibi bugün de Avrupa’da bulunan çeşitli ideolojik ve siyasi güçlerin menfaatlerinin lehinde olan bir durumdur. Bu güçler bütün diğer meseleler konusunda birbiriyle kavgalı oldukları halde, İslâm ve Müslümanlara zarar vermek gerektiğinde her zaman hemfikirdirler. Sözde ‘ilerici unsurlar’ın ayrı, Kilise’nin ayrı sebepleri vardı ve emperyal devletler doğuya yönelik kendi işgal ve yağma seferlerini burada, barbarlar arasında medenileştirme misyonu olarak gösterebiliyorlardı. Bütün bunlara da yeni neslin tarih bilgisinin neredeyse sıfır olduğu hakikati yardımcı olmuş ve gerileme dönemindeki Müslüman şehirlerin sefalet ve pislik görüntüleri gerektiği şekilde bu yalancı tiyatroyu desteklemiştir.

Tabii ki aynı sonucu denenmiş metot olan yarı gerçekleri kullanarak da elde etmek mümkündü. Bu metodun içeriği, İslâm geçmişi ve bugününde, her gün, titiz bir şekilde ve devamlı olarak bütün olumsuz hadiseleri tescil etmek ve ısrarla tekrarlamak, olumlu hadiseleri ise sistematik olarak görmezden gelmekten ibarettir. İşte, bu “suskunluk ihaneti”nin bir tespiti olarak İslam’ın bilim düşüncesinde yaptığı katkılarla alakalı bir örnek gösterelim.

Matematiğin tarihsel gelişimi içinde az da olsa ciddi bir değerlendirme, Müslümanların bu bilime yaptıkları katkılar olmaksızın tasavvur dahi edilemez. Ancak öyle ‘becerikli’ (!) tarihçiler oldu ki, bu imkansız görülen olayı başarıyorlardı. Onlar, 1000 yıldan fazla bir zaman dilimini şaka yapar gibi atlayarak, Öklid’ den doğrudan Avrupa matematiğinin başlangıcına geçiyorlar. Ciddi olmayan  okuyucu bu “ölümcül atlayışın” farkına bile varmaz, varsa bile daha evvelden ortaçağın sözde boşluğuna hazırlandığı için buna çok önem de vermemektedir.

O tip okuyucular, ortaçağın İspanya’dan Hindistan’a kadar olan geniş bölgelerde öyle boş olmadığını bilmez.

Hakikatte ise matematik gelişmesinde kocaman bir devir atlanmıştır. Zira İslam matematikçisi İbn Ahmed (kullanılmasını İlmin Anahtarları adlı eserinde önerdiği) sıfır rakamını keşfetti. Bu keşfin devrimci önemini sadece bu hususta tam anlamıyla bilgili olan bir okuyucu değerlendirebilir.

İbn Musa’nın ‘İntegrasyon ve Birlik Hesabı’ adlı, eseri Gerard de Cremone tarafından XII. (12.) asırda Latinceye tercüme edilmiş ve bu eser, batı üniversitelerinde XVI. (16.) asra kadar temel eser olarak okutulmaktaydı. Daha evvel zikredilen Ömer Hayyam, Öklid’in geometri ile alakalı tezlerine yönelik meşhur eleştirilerini yayınlamış, onun [Hayyam’ın] ortaya koyduğu metreküp ölçümleri ise tüm ortaçağ matematiğinin en üst seviyesi olarak değerlendirilmektedir.

Ebu Abdullah el-Battani [batıda Albategius adıyla bilinen zat, X-10.asır] çağdaş trigonometrinin hakiki yaratıcısı olarak değerlendirilmekte ve onun bu manâda ortaya koyduğu ilişkiler, aynı formda bugün dahi kullanılmaktadır. Batı; sinus, kosinus, tanjant, kotanjant, binom, küre trigonometrisi kavramlarını Araplara borçludur. İlk sinus tablolarını 1229 yılı civarında Hasan el-Marakeş yaptı. J.Rissler, (bu konuda) ‘Onlar Yunanlılar değil, bizim Rönesans’ın hocaları olan Araplardı’, demektedir.

Bu, hemen hemen aynı olan çok sayıda örneğin sadece bir tanesidir. Ancak bizim kendi geçmişimiz üzerine hakkımız var ve kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi ve nereye gitmemiz gerektiğini bilmemiz için, ona götürecek yolu da açmak zorundayız. Bu tarihi perspektif, insanlığın gerek siyasi gerekse kültür tarihinde Müslümanların uzun zaman boyunca nasıl etken [aktif] bir katılımcı olduklarını ve bizim gerileme devrinin aslında ne kadar kısa olduğunu göstermektedir. Çünkü İslami gerilemenin en alçak noktası olan, 1918 yılının bir sonbahar gününde ortaya çıkan ve hiç bir Müslüman ülkesinin bağımsız olmadığı gerçeği artık büyük ölçüde geçmişe aittir ve umuyoruz ki bununla beraber ‘esir, fakir ve cahil olmanın Müslüman demek olduğu’ düşüncesi de artık geçmişte kalmış olsun. Müslüman dünyasının bütün taraflarında uyanış işaretleri ve yeni iradenin ortaya çıkışı görülmektedir. Bir şey hareket etti ve hareket eden o şey artık durdurulamaz. Bütün bunlar henüz yeniden doğuş değildir ancak bu yeniden doğuşun emin bir vaadidir.

İslam halklarının gerilemesinden dolayı sorumlu olan İslam mıdır ?‘ sorusu, artık galiba ters olarak karşımıza çıkmaktadır : Söz konusu gerilemenin sebebi, şahsi ve toplumsal hayattan İslam’ın dışlanması olmasın ?

Bu soru, bizi, bu makale başında ortaya konulan ikinci şartı değerlendirmemize sevk etmekte :

Müslümanlar, İslâm’ı hiç takip etmekte midirler ? İslâm zulme karşı direniş ve cesaret ister. Şura suresinin 39. ayetine göre, ‘zulme boyun eğen kimselerin Müslüman olamayacağı’ hükmü çıkarılabilir. Yani buna kesin olarak Kur’an davet eder ve bununla alâkalı İslâm geçmişinde binlerce örnek vardır. Ancak Müslüman toplum ödleklerle ve yerli veya yabancı olsun, iktidar sahiplerine yağcılık yapan kimselerle doludur”. (1)

(–Aliya İzzet Begoviç’ten yapılan alıntının sonu–)

www.canmehmet.com

Devam Edecek…

Resim : Tarafımızca düzenlenmiş ve yazıdaki vurgulamalar tarafımızdan yapılmıştır.

Açıklama ve Kaynaklar :

(1) İslâmi Yeniden Doğuşun Sorunları. Aliya İzzet Begoviç. Fide Yayınları. 3.Baskı, 2010.

(*) Aliya İzzetbegoviç 8 Ağustos 1925 tarihinde  (Bosna-Hersek) Bosanski Samac kasabasında doğdu.

Lise çağında üstün kabiliyetleriyle ve İslamî konulara ilgisiyle öne çıktı…O dönemdeki komünist rejimin ülke yönetimini ele geçirmesiyle birlikte dinlerin toplumsal hayattaki varlığı giderek azaltıldı. İzetbegoviç, İslami görüşü savunduğundan ve ateizme karşı olduğundan mevcut yönetimin hedefi haline geldi. Bu sebeple beş yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Aliya İzetbegoviç’in sıkıntıları 1953 yılında iktidara gelen Tito zamanında katlanarak arttı. Ancak 1974’te hazırlanan yeni bir anayasayla bazı geleneksel İslami kurumların yeniden işlev kazanmasına imkan sağladı. Bu olayın üzerine bazı camiler ve medreseler yeniden hizmete açıldı. 

1980’de Devlet Başkanı Tito’nun ölümüyle federasyon Cumhurbaşkanlığı konusunda bir anlaşmazlık ortaya çıktı. Bunun üzerine altı federal eyaletin her birinin Cumhurbaşkanının sırayla bir yıl federasyon Cumhurbaşkanlığı yapması üzere anlaşma sağlandı. Bu gelişmeyle birlikte ülkede kısmen bir demokratikleşme sürecine girilmiş oldu.

İzetbegoviç’in oğlu bu ortamdan yararlanarak babasının makalelerini bir kitapta toparlayıp, 1983’te “İslamî Manifesto” adıyla yayınladı. Kitabın yayınlanması geniş çapta bir yankı uyandırdı. Mevcut rejim bu gelişmeye tahammül edemeyerek İzetbegoviç’i Avrupa’nın ortasında İslam Cumhuriyeti kurmak istemesiyle suçlayarak, 14 yıl hapis cezasına mahkum edildi. Daha sonra Yargıtay kararıyla hapis cezası 11 yıla indirildi. 1988’de çıkarılan bir afla da serbest bırakıldı. İzetbegoviç tahliye olduğu dönemde dünyada bulunan komünist rejimler çöküş içerisine girmişti.

Bu dönemde Demokratik Eylem Partisi’ni kurdu. Parti, 5 Aralık 1990 tarihinde Bosna’da gerçekleştirilen Genel Seçimleri kazandı ve İzzet Begoviç ülkenin Cumhurbaşkanı oldu. Ancak 14 Mart 1996′ hastalığı sebebiyle görevini bırakmak zorunda kaldı.

1990’lı yıllarda Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti içinde bir bağımsızlık hareketi içerisine girdi. Bosna-Hersek de 1 Mart 1992’de gerçekleştirdiği referandum sonrasında bağımsızlığını ilan etti. Fakat Sırplar hemen arkasından Bosna yönetiminde söz sahibi olan Müslümanlara karşı savaş açarak katliama başladılar.

Hırvatistan ve Slovenya’nın bağımsızlık mücadelesine destek veren Avrupa Birliği ve ABD, Bosna-Hersek’i Sırp saldırıları karşısında yalnız bıraktılar. Müslümanlar bu savaşta askeri açıdan oldukça zayıf bir konumdaydılar. Bu yüzden Sırplar Bosna’nın önemli şehirlerini işgal ettiler. Ayrıca Sırplar ele geçirdikleri bölgelerde büyük katliamlar gerçekleştiriyorlardı. Öte yandan özellikle camileri ve İslamî izler taşıyan tarihî eserleri tahrip ediyorlardı…Aliya İzzetbegoviç bu olaydan ülkesini en az zararla kurtarmaya çalıştı. 19 Ekim 2003 tarihinde de Saraybosna’da vefat etti. Ayrıca yaşamı boyunca da pek çok eser yazdı.

(Daha fazlası için bakınız : http://www.yeniakit.com.tr/kimdir/Aliya_%C4%B0zzetbegovi%C3%A7

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Anti-Spam Quiz:

*