Mustafa Kemal’in İngilizlere Karşı Elde Ettiği Çok İlginç Bir Zafer

Devlet yönetimini ve uluslararası siyaseti evcilik oyunu zanneden serbest atış uzmanı! Siyasetçi ve diplomat heveslilerimize Suriye olayını doğru değerlendirmeleri için aşağıda Atatürk’ün yaşadığı bir olaydan örnek verilmektedir.

Yurtta Sulh Cihanda Sulh!”

“Komşularla sıfır sorun!” Anlayışının karşılığı mıdır?

Düşman temizleniyor…

“Paris dışında Barış Konferansı masasında memurlarıyla çevrilmiş olarak debdebeyle oturan ve beş yüz gazetecinin günbegün izlediği Müttefik devlet adamları –Başkan Wilson, Lloyd George, Clemenceau- dünyanın geleceğini kararlaştırıyorlar, ağır talimatlarını sanki birer tanrı imişler gibi tüm dünyaya bildiriyorlardı. Gene de, huzurları kaçmıştı.

Türkiye’de alışılmadık bir şeyler oluyordu. “Neler oluyor?” diye soruyorlardı birbirlerine tedirgin bir halde.

“Türkiye, Dünya Savaşı’nda yenildi. Türkiye artık bitti.”

Mustafa Kemal’in Çanakkale’de (*) biraz varlık göstermiş bir generalken, artık Türkiye’nin içerlerinde bir yerde, dağlarda yaşayan, padişaha başkaldıran bir asi, tatsız bir serüvenci olduğunu işitmişlerdi.

Danışmanlarının baskısıyla, Sevr Antlaşması adı altında bir barış antlaşması hazırlayıp koşullarını ilan ettiler. Sevr Antlaşması şartlarının ilanı ani bir etki yarattı.

Kabul edilecek olursa bu antlaşma, Türkiye’yi ölüme mahkûm edecekti.

İzmir hariç, Anadolu Türklere bırakılmıştı, ancak, yaşamlarının her ayrıntısı kayıt altına alınmıştı. Gelirleri sıkı bir şekilde denetlenecekti. Türk ordusunu dağıtmak ve yeni gönüllü kuvvet ve jandarmayı kontrol etmek, vergileri toplamak, gümrükleri, orman korucularını, polisi denetlemek işlerini üstlenecek komisyonlar kurulacaktı.

Sözde egemenlik haklan kendilerinde bırakıldığı halde, bu kayıtlarla Türklerin elleri ayakları bağlanmış olacaktı.

Helal süt emmiş her Türk derhal milliyetçilerin safına geçti. Beş yüz yıldan beri onlar egemen bir halk olmuşlardı; hiçbir zaman köle olmamışlardı, eski kıskançlıklarını unuttular, saflarını sıklaştırdılar ve bir bütün halinde Mustafa Kemal’in peşine düştüler.

Yıllardır hayal ettiği şeyler sonunda gerçek olmuştu.

Mustafa Kemal hazırdı. Bir savaş hükümeti kurdu. Bekir Sami, Adnan, Fevzi başta cephane ve levazımı örgütlemek üzere milli müdafaayı organize edeceklerdi. İsmet ise Erkan-ı Harbiye Reisi olmuştu. Rauf, Fethi ve diğer önde gelenler Malta’daki İngiliz hapishanesinde sıkışıp kalmış durumdaydı.

Güneydeki yerel halk Pozantı’ya saldırmış ve Fransızları çekilmeye ve bir ateşkes imzalamaya mecbur etmişlerdi. Doğuda Kazım Karabekir sının Ermenilerden temizleyip güvenli hale getirmişti.

O sırada Mustafa Kemal İstanbul’a yaklaşıp çevresini ablukaya alma emrini verdi. İzmir önlerindeki Yunanlılar ile İstanbul içi ve çevresindeki Müttefik güçler dışında, Türkiye’de artık düşman ordusu kalmamıştı.

* * *

(M.Kemal) Fransız hükümetinin bir temsilcisine oldukça küstah bir tavırla, “Suriye ve Arabistan’ı alabilirsiniz” diyordu,

“Ancak, Türkiye’den uzak durun. Biz her ulus gibi kendi sınırlarımızdan bir karış fazlasını istemiyoruz, ama bu sınırlardan bir karış azına da razı olmayız.’

Kollarını kavuşturmuş bezginlikle kaderlerine boyun eğmeye hazır bekleyen Türkleri sarsılmaz bir inatla yeniden direnişe doğru şahlandırdı.

**

İnönü Meydan Savaşı’nda Kemalistler ilk askeri zaferlerini kazanmışlardı. Umutları yeniden dirilmeye başlamıştı. Haberler iyiydi: Kazım Karabekir Ermenistan’ı işgal etmiş, Kars’ı alarak güçlerini Bolşeviklerle birleştirmişti.

Rusya para ve silah gönderiyordu. İngiltere, Rusya ve Türkiye’nin ortak düşmanıydı. Yunanistan hızla orduya sıçramakta olan kıyasıya siyasal tartışmalar yüzünden yıpranmaktaydı. Venizelos ve yandaşları Atina’dan çıkarılmışlardı.

İngiltere, Fransa ve İtalya, Türk-Yunan Savaşı’na son vermek niyetindeydi. Yunanistan ve Türkiye’ye arabuluculuk yapmayı önerdiler ama Yunanistan’ın bu öneriyi reddetmesi üzerine Müttefikler de bu savaşta tarafsız olduklarını ilan ettiler.

Bu savaş doğrudan doğruya Yunanistan’la Türkiye arasında bir meseleydi. Fransa, Ankara’ya yardım sözleri getiren gizli haberciler gönderiyordu. İtalya da onlara silah satmaya başlamıştı. Afganistan ve İran’dan delegeler ittifak önerileriyle gelmişlerdi.

Hindistan ve Mısır’da Türkiye’ye yardım konusunda büyük bir Müslüman propaganda faaliyeti başlatılmıştı. Türkler de birleştiler. İç savaş sona erdi: Hilafet ve Yeşil orduların her ikisi de ortadan kaldırıldı.

İstanbul’da Padişah’ın çevresindeki birkaç yaşlı politikacı dışında, Türklerin hepsi işgalci Yunanlılarla savaşmak üzere Ankara’da, Mustafa Kemal’in önderliği altında birleştiler. Mustafa Kemal kaybedecek zamanı olmadığını açıkça görüyordu: Yunanlılar büyük bir taarruza hazırlanmaktaydı. Onlara karşı koyacak bir askeri güç oluşturması gerekiyordu…

Mustafa Kemal olağanüstü yoğunlaşmış enerjisiyle herkesi eyleme geçiren, kâh çok neşeli’ kâh bunalımlı bir ruh halindeydi. Fevzi ise durgun ve katı, az konuşan, arka planda kalan, genellikle kötümser, mert ve güvenilir ve diğerinin üzerinde oldukça büyük etkisi olan bir kişiliğe sahipti.

* *

Ankara’da halk sevinçten çılgına dönmüştü. Ev eşyalarını toplamış, doğudaki dağlara kaçmaya hazır bir vaziyette, top seslerini dinlemişlerdi. Artık güvendeydiler. Mustafa Kemal’i törenlerle karşıladılar.

Ona bir Müslüman için en büyük onur olan Gazi unvanını verdiler. Onun mutlak egemenliğini tanıdılar.

Bu alkış tufanına yabancı ülkeler de katıldılar. Rusya ve Afganistan’dan, Hindistan ve Amerika’dan, hatta Fransa ve İtalya’dan kutlama telgrafları geldi. Ancak, Mustafa Kemal asla hayallere kapılmadı. Evet, alkışlanmayı seviyordu. Kamuoyunun önünde gösterişle geçit yapmaktan, hayranlık odağı olmaktan, halkın kahramanı haline gelmekten çok hoşlanıyordu.

Egemen ve buyurucu olmakta kararlıydı; ancak, gene de muhakemelerinde soğukkanlı, pratik, sağlamdı. Gerçeklerin farkındaydı. Yunanlıların ilerleyişi durdurulmuştu. Türkler, ilk gerçek zaferlerini kazanmışlardı.

Muhtemelen askeri üstünlük tersine dönmüştü; ancak, Sakarya, kati zafer değildi. Sırtlarını duvara dayamış haldeki Türkler, yok edilmekten kıl payı kurtulmuşlardı. Birazcık daha direnebilselerdi. Yunanlılar galip geleceklerdi.

Yunan askeri, Türk askeri kadar cesur ve yürekli olduğunu göstermişti. Taarruzu hemen başlatmak hiç de akılcı olmayacaktı.

* *

Ülke, askeri bir bunalımın eşiğindeydi ve o, yaşamının en önemli kararı almak zorundaydı. Yenilmiş olmakla birlikte, Yunan ordusu İzmir’den deniz yoluyla savuşmayı başarmıştı. Atina’dan gönderilen taze kuvvetlerle İstanbul’un az ötesinde, Trakya’da yeni bir ordu kuruluyordu.

Mustafa Kemal’in donanması yoktu. Düşmanla karadan temasa geçmeliydi. Birliklerini onları yakalamak ve yeniden biçimlendirilmelerine fırsat vermeden ezmek üzere acilen kuzeye göndermişti. Yol, Çanakkale Boğazı’ndan geçiyordu.

Çanakkale’de birliklerini Avrupa yakasına bırakmayan ve Yunanlılarla aralarında bir engel olarak duran bir İngiliz kuvvetiyle karşı karşıya gelmişti.

Sorun ortadaydı: Yunan ordusu Trakya’da tahkimatlar yapıyordu; İngiliz İşgal ordusu yolu tutuyor ve aralarında bir duvar gibi dikiliyordu.

Ankara’ya dönen Mustafa Kemal her zaman yaptığı gibi, kararını vermeden önce bütün olasılıkları tartarak durumu gözden geçirmekteydi. Artık bekleyemezdi. Zamanın hayati önemi vardı. Yunanlılar birliklerini düzene koymadan ve siperlerini kazmadan evvel, onları ezmesi gerekiyordu.

Yunanlılar! Onları dövüp hamura dönüştürebilirdi; ama İngilizler! Bu bir başka meseleydi. Zafer sarhoşluğu ve guruyla dolu olmalarına karşın, Türk birlikleri yorgun, paçavraya dönmüş giysileriyle ve cephane sıkıntısı içinde, büyük silahlardan ve mekanize savaş imkânlarından yoksun durumdaydı.

İngiliz birlikleri ülkeye alışmıştı, subayları deneyimli, mevzileriyse güçlü ve iyi tahkim edilmiş durumdaydı. Arkalarında büyük toplada donanmış savaş gemilerinden oluşan muazzam bir armada ve uçaklar, onların da arkasında bütün kudreti ve ihtişamıyla Britanya İmparatorluğu duruyordu.

İngilizler savaşmaya niyetlenecek olurlarsa, Türklerin yenilgisi kesindi. Fakat acaba savaşmak niyetinde miydiler? Yoksa blöf mü yapıyorlardı. Bütün sorun bunun anlaşılmamasındaydı.

Fransız ve İtalyanlar, İngilizlerin blöf yaptığını söylüyorlardı. Ruslar da öyle; fakat onlara pek güvenilmezdi. İngiliz gazeteleri savaşa, loyd George’a karşı feryat ediyorlardı. Lloyd George savaşmakta kararlıydı, ama pek ok kişi artık onun sonunun geldiğini ve İngilizlerin onun peşinden gitmeyeceğini ileri sürmekteydi.

Burada durumu belirleyecek etken, İngiliz kumandanı Sir Charles Harrington’m tutumu olacaktı.

Söz konusu olan, onunla kendisi arasındaki zekâ savaşıydı. Uzaklarda, Anadolu dağlarındaki Türk, tam bir diktatördü; elinde kazandığı zaferden çılgına dönmüş, vatanı ve varlığını sürdürmek için savaşan bir ulus vardı.

İstanbul’daki İrlandalı ise, durumundan pek emin değildi; ismen bir müttefik ordusunun kumandanıydı; kumandası altındaki İngiliz bildikleri de oldukça iyiydi, ancak, Fransız ve İtalyanlar onu desteklemeyeceklerdi.

**

İki kumandanın karakteri de, oynamak zorunda oldukları rollere son derece ve kendisini kurtaracak ya da yok olacaktı. Rakibini incelemişti. Londra’ya gönderirken Türk istihbaratının yakalayabildiği çok sayıda telgrafını okumuştu; İstanbul’daki Türk gözlemcilerden, gönderdiği mektupları ve hakkındaki raporları almıştı.

Harrington’ın bir askerden çok, bir diplomat olduğunu anlamıştı.

Bildiklerini savaşa razı edebilirdi ancak onların cesaretini pekiştiremezdi. İyi bir kurmay subaydı; zeki, sağlam görüşlü ve nazikti; fakat ne bir kumarbaz, ne de bir bunalım dönemi önderi olamazdı. Hiçbir zaman büyük risk gerektiren o büyük kararı alması mümkün değildi.

Mustafa Kemal kararını verdi. Danışmanlarından kimisi, yenilgi riskine girmeden, derhal barış yapmasını istediler. Çoğunluksa, şiddetle derhal saldırıya geçip İngilizleri bir kenara itmesinden Yunanlılara yetişip, onları Atina’ya dek kovalamasından yanaydı. Mustafa Kemal, en belirgin değerlerinden biri olan soğukkanlı muhakemesi sayesinde, birinin boş övüngenliğini ve diğerinin iradesizliğini dikkatle tarttı.

Kararı barış aleyhinde oldu. Bu durumda, istediği koşulları elde etmesi kesinlikle olanaksızdı. Koşulları görüşmek değil, onları kabul ettirmek istiyordu. Yunanlıları şimdi yakalayacaktı. Harrington’ın son dakikada metanetinin tükeneceğine ve onun geçmesine izin vereceğine inanıyordu.

Bir “yetenek testi” uygulamaya karar verdi. İki bin kişilik bir süvari birliğinin İngiliz hatlarına doğru ilerlemesini emretti.

Süvariler sert bir şekilde durduruldular; durum ciddi görünüyordu.

Şans yıldızına güvenip kumar oynaması gerekiyordu. Zayıf iradeli bir rakibe karşı işe yaraması mümkün olan bir hile, bir ‘ruse de guerre’ (savaş hilesi) uygulamayı deneyecekti.

Piyadesinin silahları ters çevrilmiş halde ve dostça, barışçıl davranarak İngiliz mevzilerine doğru ilerlemelerini; eğer mümkün olursa yürüyüp geçerek İngiliz müstahkem mevkilerini işlevsiz bırakmalarını emretti.

Tehlike büyüktü. Her iki tarafta da birliklerde sinirler gergindi. Bir kurşun, bir yanlış anlama, verilecek fevri bir emir savaşı başlatacak ve Türkiye İngiltere’yle savaşa girmiş olacaktı.

Ancak, bir tek kurşun bile atılmadı. Siperdeki İngiliz askerleri ne yapacağını bilmez bir halde şaşkın, kalakalmıştı:

Aldıkları emirler oldukça müphemdi:

Ateş etmeksizin ya da güç kullanmaksızın Türkleri durdurmaları istenmişti.

Türklerse ne duruyor ne de savaşıyorlar; sadece ilerleyişlerini sürdürüyorlardı. Durum oldukça kritik bir noktaya gelmişti: Türkler dikenli tele yaklaşmışlardı;

İngiliz kumandana “Dur” emri geldiği zaman, teli aşmaya başlamışlardı bile: Bir ateşkes yapılmıştı.

Fransızlar doğruca Mustafa Kemal’e bir temsilci, Mösyö Franklin Bouillon’u göndermişlerdi: Fransa, İngiltere’yle çıkacak bir savaşın, Bolşevik Rusya’nın da Türkiye’ye katılmasıyla yeni bir dünya savaşı felaketini alevlendirebileceğinden korkmuştu.

Franklin Bouillon, savaşa yol açabilecek tüm olasılıklara son vermek niyetiyle gelmişti: Müttefikler ve İngilizler adına her sözü vermeye hazırdı. Müttefikler, Yunan ordusunun Trakya’dan çıkarılması ve Türkiye’nin Avrupa topraklarının geri verilmesi konusunda tüm sorumluluğu üstleneceklerdi:

Savaştan değil, savaş tehdidinden bile kaçınabilmek için her şeyi, Mustafa Kemal’in tüm isteklerini yapmaya hazırdılar. Ve Mustafa Kemal lütfen, onunla bir anlaşması yaptı.

Gerçekte, tüm istediklerini elde etmişti. Bu tam bir zaferdi. Bu sonucu elde edebilmek ona belki elli bin askere ve aylarca sürecek bir savaşa mal olacaktı. Ve eğer yenilirse, çok daha kötü şeylere mal olabilirdi. İngilizlerin blöfü başarısızlıkla sonuçlanmıştı.

Birliklerine durmalarını emretti ve İsmet’i General Harrington’la görüşmek Üzere Mudanya adlı köye gönderdi. (1)

* * *

Meraklılarına sormak gerekmektedir;

Ülkeyi işgal etmiş, dönemin süper gücü İngiliz askerlerinin arasından silahların namlularını aşağı doğru çevirerek ilerlemek askeri lisanda ne anlama gelmektedir?

Türkiye bugün son yüzyılın ekonomik ve askeri manada en güçlü dönemindedir.

Ve geldiği noktada İhtiyacı olan silahların önemli bir kısmını üretebilmektedir.

Türkiye’nin son on yılda aldığı mesafe önceki dönemlerle kıyaslanamayacak kadar büyüktür.

Türkiye komşuları sayesinde büyüyecektir. Komşularına rağmen değil…

Bugün Rusya, ABD ve Avrupa ülkelerinin ellerini ovuşturarak bekledikleri tek olay,

Bir savaştır…

Türk-Arap savaşı…

Türkler ve Araplar yeniden savaşsınlar, ki…

Osmanlının varisine bayramlık adı altında giydirilen deli gömleği daha bir yüzyıl çıkarılamasın…

www.canmehmet.com

Resim : Tarafımızdan düzenlenmiştir.

(1) “Bozkurt,” H.C. Armstrong (Bu kitap yasaklanmıştır ve halen sansürlü olarak yayınlanmaktadır.)

(*) Çanakkale Savaşı, 1915-1916; Kurtuluş savaşı, 1919-1922 yılları arasında yapılmıştır. Her nedense Çanakkale savaşı bizde Kurtuluş Savaşı kapsamında değerlendirilmektedir. Veya öyle düşünülmesi istenmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Anti-Spam Quiz:

*